18 Eylül 2015 Cuma

Ulf, Ulf, Ulf, bizim köyü kurtlar bastı..






Not: Başlık için özür dilemek isterdim ama bütün suç hiç bir dilde kurt anlamına gelmeyen "Ulf" sözcüğünü dilime dolayan EXO'da.


Dört yılı aşkın bir süredir 10-12 saatlik yolculuklara fazlasıyla alıştım sayılır -alıştım diyorum, kaldırabiliyorum anlamına gelmiyor bu- ama bunun bir yan etkisi her halde geliştirdiğim fazlasıyla garip "hazırlık alışkanlıkları". Ki bunların en önemlisi ve hatta belki de esas sorumlusu "psikolojik hazırlanma aşaması"

Tamam böyle söyleyince de kulağa fazla garip geliyor ama gerçek bu, hehe.

Bugün sırf bu psikoloji hazırlanma aşaması yüzünden öğleden sonra olacak derslerden kaçtım -ha bir de ders için iki buçuk saat okulda beklemem gerekiyordu ki bu da bir etkendi- Eve geleli üç saat oldu ama henüz hiçbir fiziksel hazırlık yok. Ama psikolojik olarak hazır sayılırım, hehe. Ki zaten fiziksel hazırlık bir aşamadan sonra bir saatten fazla vakit almıyor. Her neyse.

Nereden geldim buraya?

Efenim, bu psikolojik hazırlık aşamasını ben genelde okuyarak/yazarak/dinleyerek/izleyerek geçirdiğim zamanla yapıyorum. Çoğu zaman kitap okusam da bugün bir şeyler izlemek istedim. Sonra? Tabi bilgisayarın başına geçince bir kere de face sayfasını açıp bir göz atmamak olmaz. Normalde Mark'ın son bir kaç yıldır yaptığı bu sayfa akışı arasına reklam olayına sinir oluyorum -aslında kenardakiler daha sinir bozucu ya neyse- ama bugün gözüm bir anime filminin sayfasına takıldı. Bir bakayım dedim zira ismi hoşuma gitti: The Boy and The Beast. Yanlış söylemiş de olabilirim. Neyse sonra ee bunun yönetmeni kimmişe girince karşıma bir film çıktı: Wolf Children. Şimdi şöyle bir gerçek var ki içinde wolf/kurt kelimesinin gördüğüm her şey ilgimi çekiyor. -yemin edebilirim ki bunun EXO ile alakası yok, onlar sadece bu alışkanlığımı takıntıya dönüştürdü- Hemen girdim youtube'a ve bir fragmanı izledim.

Şunu yıllardır kabul ediyorum ki içimde cidden saf bir romantik yatıyor. Yani her ne kadar kendisi mal olsa da romantik şeylere karşı bir çekilimi var bu parçamın. Hele hele içinde imkansız/zor aşk gibi kavramları supernatural yaratıklarla kurguladıysa o şeyi okumam/izlemem bana farz oluyor.

Wolf Children da tam olarak buydu.



Fragmanda da görüleceği gibi hikayeyi aslında küçük bir kız anlatıyor. Küçük kız bize annesinin ve babasının aşkıyla başlayan ve aile sıcaklığıyla biten bir hikaye anlatıyor. Tabi hikayeyi bu kadar ilginç yapan çoğu romantik dramada olduğu gibi üniversitede gördüğü ilk havalı çocuğa aşık olan ana karakterimizin aslında bir kurt adama aşık olması. Yine de karakterimizin kocaman ve sıcacık olan kalbi bu detayları o kadar da önemsemiyor ve filmin başında çok sevimli, sessiz ve küçük görünen ama içinde kalbinizi ısıtan bir sürü detayı ile bir aşk görüyorsunuz. Ana karakterimiz olan -en azından ben böyle düşüneceğim- Hana hamile kalıyor ve ilk önce bir kız bir yıl ardından da bir erkek çocuğu dünyaya getiriyor.



Bundan sonrasını anlatmayacağım çünkü o sahneleri kendiniz izlemelisiniz.

Aslında hikayeyi iyice sadeleştirirsek iki çocuğun büyüme hikayesi. Yani içinde öyle olağanüstü bir şekilde kurtların görmüyoruz ama yönetmen ve hikaye bu durumu sıradan bir ailenin yaşantısına o kadar güzel adapte etmiş ki bir çok yerde detaylar kalbinizi ısıtıyor/kırıyor/parçalıyor/gülümsetiyor. Çocukların kendilerini bulmaları ve Hana'nın da hayatın zorluklarına dayanması... Ah...

Ben duygusal biriyim bana bunu yapmamalıydınız... hehe.

Şaka bir yana detaylar çok güzeldi. İki çocuğun film boyunca kurt mu yoksa insan mı olacaklarını seçmelerini izlemek aslında bana kalırsa hepimzin karşılaştığı bir şey. Hani o hayatı ve insanları farkına vardığımız ilk yıllar var ya? Hah! İşte tam olarak bu. Kendin mi olacaksın yoksa diğerlerinin seni "yalnız" bırakmaması için sadece birisiymiş gibi mi davranacaksın? Ya da kendini kimlere açacaksın ve buna nasıl karar vereceksin? Sorumluluklar gelecek ve onlar karşısında ne yapacaksın? Elbette film bütün soruları ve cevapları bu kadar açık sormamış, ya da bunlar sadece benim hayal gücümle ortaya çıkan sorular. Ama filmi benim için bu kadar mükemmel yapan durum buydu. Hayal dünyasında bile olsa bir zamanlar benim de yaşadığım şeylerin fantastik olarak tekrar sunan o nostaljik his.

Az önce bir de yönetmene baktım. Mamoru Hosoda. Digimon olsun One Piece olsun Japon anime tarihinde adlarını altın harflerle kazıyan bir çok projede imzası var ama benim esas ilgimi çeken şey Summer Wars oldu. Sanırım beş yıl kadar önce izledim ve izlediğim de ağzımı açık bırakıp hayal dünyama bir bomba atmıştı film. Mutlaka izlenmeli izlettirilmeli diyerek o zamandan beri çevremdeki herkese söylerdim ama yönetmenini takip etmek şimdiye kadar aklıma gelmemişti -sorry Hosoda- Ayrıca fragmanını izlediğimde bunu mutlaka izlemeliyim diyip de izleyemediğim The Girl Who Leapt Through Time filminin de yönetmenliğinde olduğunu görünce artık ismini bir kenara kazıdım. Son bir kaç yıldır Miyazaki'nin yönetmenliği bırakması yüzünden yastaydım -ki aslında tam olarak bırakamadı- ama Hosoda beni ilerisi için mutlu etti. 





Yanlış anlaşılmasın hala Miyazaki için çok yol kat etmeli ki yine de onu geçebileceğinden emin değilim. Miyazaki'nin filmlerindeki çizimler ve renk cümbüşü sizi yakalar ama sahip olduğu nostaljik çizgilerde sizi gülümsetirdi. Mamoru'da da sizi içine çeken bir renk cümbüşü olsa da çizimler benim gözüm için biraz fazla... modern? Bunu başka nasıl söylerim bilemiyorum... Yine de Mamoru'nun kurguları kendine has ve oldukça orjinal bir çizgiye sahip. En azından izlediğim iki filmi. Bu yüzden yakında çıkacak son filmini de dört gözle bekliyorum ki o çıkana kadar da muhtemelen The Girl Who Leapt Time filmini izlemeyi tercih ederim.


*saygılar Miyazaki senpai/dede!*


Saat 9'da otobüse yetişmek için koşmam gerek! *muhtemelen arada biraz daha psikolojik hazırlık yapmam gerekecek!*

Lenore is out!


12 Eylül 2015 Cumartesi

Bilim Kurgunun ötesinde İnsanlık






Son zamanlarda bir baktım da baya baya bilim kurgu ile içli dışlı olmaya başladım. Her ne kadar her alandan kendime okuyacak/izleyecek/dinleyecek bir şeyler bulma konusunda iyi olsam da bilim kurguya olan ilgimin çok da fazla olduğunu söyleyemem. Hatta bir ara bilim kurguyu itici bulduğum zamanlar bile olmuştur. Tabi ki hiçbir günahı yok bilim kurgunun ama belki de fiziği suçlayabiliriz bunun için. Fiziğe karşı sahip olduğum itici kuvvet bir ara o kadar güçlenmişti ki bilim kurgudan elimi ayağımı çekmiştim. Bilim kurguya dönüşüm sanırım Ray Bradbury ile başladı. Fahrenheit 451'i nasıl ele geçirip okuduğumu hatırlamasam da hayatıma bir çizik attı ve elbette yazarın hayal gücü ve de fikirleri diğer kitaplarını da merak etmeme sebep oldu. Bir kitap fuarında İthaki'den çevrilen bütün kitaplarını satın aldım ve yıl içinde elime geçtikçe okudum. Yazarın her kitabı kendisine has bir havaya sahip ama hepsinde bilim kurgunun kullanımı öne çıkıyordu.

Ne yapıyordu yazar?



İnsanların hayal ürünü dediği bir kaç şeyi alıyor ve içine insanlığı koyuyordu.

Bilim kurgunun genelinde var bu durum sanırım. (Sanırım diyorum çünkü hala daha bilim kurguyu çok iyi okuduğum, hakkında fazla bilgim varmış gibi konuşabileceğim söylenemez. Genel bir bakış diyebiliriz buna.)

Fantastiğe beni çeken noktalardan bir tanesi buydu. Evet, anlattığı şeyin gerçekle en yakın bir ilişkisi yok ama aslında biraz gözlerinizi kısıp detayları yakalayınca aralara sıkıştırılmış insanlığı görebiliyorsunuz. Bu durum bilim kurguda bir tık üstte. Belki bunun ana sebebi bilim kurgu her ne kadar bir çok açıdan değiştirilmiş de olsa esas konu olarak insana sahip olması.



Bu yazıya nereden başladım? Interstellar.

Film geçen yıl çıktığında yankıları elbet duymuş olsam da sınav haftası mağduru olarak sinemaya gidememiş ki buna baya üzülmüştüm. Ama tabi okul koşuşturması ve de filmlere verdiğim uzun ara hesaba katılınca film uzun zamandır izlenecek klasörümde beklemedeydi. Geçen gün arkadaşımla orada oraya atlayarak konuşurken konu filme geldi. Nasıl izlemezsin diyerek bir şaşkınlık yaşadıktan sonra mutlaka izle dedi. Tamam dedim ve işte, iki oturuşta da olsa filmi bitirdim.

Interstellar filminden beklentim büyüktü. Uyandırdığı yankı olsun Oscar ödüllerindeki başarısı olsun -gerçi sadece efektlerde ödül almış olabilir- beklentimi yukarı çekmişti. Bu pek de iyi bir şey değil çünkü en son aynı şey olduğunda film beklentimi karşılayamamış ve ee? sorusunu ben de bırakmıştı. Interstellar da aynı şey olmadı. -yey!-

Filmin anlatımı beni daha en başta yakaladı çünkü oldukça sevdiğim bir yöntemi seçmişti. İzleyiciye olayı çözmesi için zaman veriyor ve açıklama yapacaksa bile bunu ilerleyen noktalarda sıkmadan yapmayı tercih ediyor. Önce filmin geçtiği dünyayı tanıyorsunuz ama bu süre zarfında olan olayları kaçırmıyor aksine bu kısımlarda duygusal temeli oluşturuyor. Filmde önce bir aileyle başlamış bu anlatım için. Ailenin bağlarını incelerken bir yandan da dünyayı çözüyorsunuz. Hatta bir kaç nokta da acaba fantastiğe mi bağlayacak diyorsunuz ama bu sorular uzun bir süre kenarda kalıyor. -ama beklediğine değiyor- Sade bir anlatımı var ama bir bilim kurgu filmine göre, hele ki uzak olmasa bile yakın gelecekte geçen bir filme göre- basit, gösterişten uzak. Sahnelerin genişliği ve sonsuzluğu da izlerken sizi rahatlatıyor. Olaylar başlayıp uzayın dibine çekildiğinizde bile film sadeliğinden vazgeçmiyor. -bu konuda Gravity filmi ile benzer noktaları var, Gravity'e benzer bir kullanım olsa da özgünlüğünü ortaya koymuş- Üstelik bu anlatım içinde hem astronotların o heyecanını yakalıyorsunuz -basit yerlerde bile ahanda ölecekler gerilimini başta gereksiz görmüştüm ama sonra düşününce adamlar uzayda, her an ölebilirler!- hem de kendinizi filme daha iyi adapte ediyorsunuz.

Peki olay sadece filmin anlatımı mı? Hell NO!

İnsanlık demiştik değil mi? Bana kalırsa filmde çarpıcı nokta insanların önemli noktalarda aldığı kararları bencillikten ve egodan ne kadar sıyırıp sıyrılamadığı konusunda gösterdiği örnekler. Çok fazla anlatmayacağım zira spoilerdan nefret ederim. Ama izlerken dikkat edin/ettiyseniz bazı karakterler aldığı kararların "bütün insanlık" için olduğunu söylese bile izleyici bunun doğru mu olduğunu yoksa karakterin kendi hayatını kurtarmak için ortaya attığı bir bahane mi olduğunu tam olarak söyleyemiyor. En azından söylenmemesi gerektiğini düşünüyorum. Neden? Çünkü ekranda izlediğimiz şeyleri bizde yapıyoruz.

Gördüğümüz her an aslında bizim hayatımızda da var. Tamam belki uzay boşluğunda olunca her şey çok daha süslü görünüyor ama hadi? Biraz düşününce bizde hayatımızda bazı anlarda duygularımızın ötesinde karar vermeye çalışmıyor muyuz? Çoğu zaman başarısız oluyoruz zira yapılan bazı araştırmalar insanların tercih yaparken gelecekten çok geçmişi yani birikimini düşündüğünü kanıtlamış. Ama bir noktada olur da bütün duygularımızdan öte bir karar versek -ki gün içinde bunu bir çok kez verdiğimiz de oluyor, sadece belki bizim fark edebileceğimiz kadar duygusallığa sahip değiller- hayatımızda yeni bir çizik atılmış oluyor.

Bilim kurgunun en güzel noktası bu. İnsanı olabilecek en uç noktaya getiriyor ve insanın özünü saf bir şekilde ortaya koyuyor. Bana sorarsanız gerçek hayatta insanların özünü görmek için bu kadar uç şartlara gerek yok. Ama etrafımız o kadar fazla kargaşa arasına gömülmüş ki biz bu özü göremiyoruz. Çoğu zaman insanlar karşımıza geçip bizim için ne kadar üzüldüklerini ama yardım için ellerinden hiçbir şey gelmediğini anlatır ve biz de ah önemli değil deriz. Ama son zamanlarda bunun o kadar da doğru olmadığını fark ettim. Anlayış önemlidir ama harekete geçirmiyorsa hiçbir anlamı yoktur. Ama elbette bu aynı zamanda bu kadar keskin bir sonuç değildir.

Hocalarımızın sıkça söylediği bir şey var, tıpta 2+2 her zaman 4 etmez derler. Her hasta için her ameliyat için uygulanması gereken ayrı kurallar vardır. Hayatta böyle. Her kişi her yer ve her zaman için uygulanacak ayrı kararlar vardır. İnsan da yaşam da dinamiktir ve sürekli akar. Bu yüzden dün aldığın doğru bir karar bugün uygulanmak için doğru olmayabilir. Yanlış kararlar alabilirsin, böyle bir zamanda pişman olmak bunun için bir sonuç değildir, Keşkeler de yardımcı değildir. Devam etmek zorundasın ve başka bir çıkış noktası bulmak zorundasındır.

İzafiyet teorisi, zaman bükülebilir, genişleyebilir, katlanabilir ama asla geriye akmaz.

Filmin bizi götürdüğü uç noktalarda ben bunu gördüm.

Yine fazla koptum ama bir alışkanlık işte.

İzlemediyseniz mutlaka izlemenizi tavsiye ederim.

10/10

Lenore out.

6 Eylül 2015 Pazar

Yazmak





Bugün bilgisayarımı düzenlemek için başına geçtim. Masaüstümde çok fazla şey tutmayı hiçbir zaman sevmediğim için genelde tek bir klasöre topladığım müzik, dizi, film klasörleri ve çöp kutusu dışında bir şey bulunmuyor aslında. Ama bilgisayarı kullanırken nereye kaydetmem gerektiğini bilmediğim müzik, resim ya da ne bileyim işte o an aceleyle el altına koymam gereken şeyleri de masaüstüne koyunca haliyle ara ara bir çöplüğe dönüyor. Ha bir de yazdığım şeyleri masaüstüne toplamayı da severim. Özellikle de güncel yazdıklarımı, hani words dosyası açık olmasa bile en azından isimlerini görmek bile -hikaye olsun, günlük olsun, fikir birikimi ya da öylesine cümleler olsun- bana açıp karalama isteği getirebiliyor diye.

Yazmaya her halde 11 yaşımda başladım ama 15 yaşıma kadar bu bende şimdiki haline dönmemişti. Hikayeler oluşturmayı seviyordum, kafamdakileri kağıda dökmek ve onların "canlandığını" görmek tarifi edilmez bir haz veriyordu. Bu giriş döneminde bir kaç kısa hikaye, şiir gibi şeyler ortaya çıktı ama esas patlama lisede başladı. O zamanlar tabi bu fanfiction olayına yeni girmiştim, hehe. Ama o dönemde de yazılmış neredeyse 500 sayfalık bir hikayem olduğuna göre baya sevmişim yazmayı. Üstelik o zaman özgün yazmaya baya sarmıştım. Okuduğum her kitap, dinlediğim her müzik, gördüğüm her resim bir fırça darbesi atıyordu zihnime.

Sonra ne olduğundan emin değilim ama bıraktım.

Nasıl bıraktığımı hatırlamıyorum ya da bırakmadan önce en son ne yazdığımı ama bir gün baktım ki hiç kelimelere dokunmuyorum. Gerçi o dönemin benim için tamamen boş olduğunu söyleyemem çünkü şöyle bir düşününce o dönemde kendimi fark etmişim ben. Yazarken bunu keşfetmek ayrı bir güzel oluyor gerçi.

Bir gün kalktığımda yazmak istedim ve iki yıllık sessizlik dönemi sona erdi. Sanırım o zamandan beri ara verdiğim en fazla iki ya da üç aylık boşluk var. Sonrasında ne parmaklarım durdu ne de beynimdeki çarklar.

Yazmak denilince, hele de FF denilince akla belki sağda solda paylaşıp insanlara okutmak geliyor ki denedim de. Ama bir yerlerde koptu benim için. İnsanlar okumayınca moralin bozuluyor, okuyunca baskı hissediyorsun falan filan. Ayrıca bunu düzgün ayarlamayınca esas nokta kopuyor: Yazmanın doğası kendin içindir. İnsanlar okusun diye yazılmaz, beynini boşaltmak istediğin için yazarsın. Dışarıya çıkmak için vücudunun sınırlarını zorlayan kelimeleri serbest bırakman "gerektiği" için yazarsın. Yazarsın çünkü bazen sesin anlatamadığını beyaz bir sayfa üstündeki kelimeler anlatır. Yazarsın çünkü bazen damlalarla atamadığın üzüntünü boşaltırsın. Daha yüzlerce şey söylenir *ki söylenmiştir de* ama kendin için yazarsın, başkası için değil.

Önceden yazmak üstüne bu kadar detaylı düşünmemiştim aslında. Yazıyordum çünkü yazmam gerektiğini hissediyordum. Biraz düşününce yazmak insana detayları fark ettiriyor. Önce okuduğun kitaplardaki detayları yakalıyorsun. Eh ne de olsa sen de yazıyorsun ya yazar burada bize ne anlatmak istemiş sorusu senin gözünde farklı bir boyuta bürünüyor. Okuduğun her kitap sana daha farklı bir şey katıyor ve eh kimse zaten kitap okumanın bir kişinin ruhunda bıraktığı izlerine karşı çıkmaya kalkmaz her halde. Hayatın detaylarına da dikkat ediyorsun çünkü havada uçan ufak bir yaprak bile sana farklı bir dünya sunuyor. Adeta dünyayı başka bir pencereden yeniden görüyorsun. Dışarıda gördüğün her manzara sana ayrı bir kalem veriyor ve fısıldıyor, anlat. Ne gördüysen anlat. Kendine daha farklı bakıyorsun. Yazman gereken kelimelere ihtiyacın oluyor ve beynini her karıştırdığında kendi ruhundan farklı bir parça çıkıyor karşına. Kelimeler gözümün önünde şekillendikten ve cümleye noktasını koyduktan sonra çoğu zaman ben bu cümleyi nerede saklıyordum ki şimdiye kadar bulamadım dediğim olmuştur.




Yazmak gerek çünkü anlatılacak çok şey var. İnsanları boş verin, önce kendinize anlatın. Çünkü bir parça anlayış arayan benliğine ulaşmak için illa başkalarına ihtiyacı yok insanın her zaman. Dışarıda aradığın o anlayışı kendin ver ruhuna. O kadar da zor değil bu.

Yine koptu kelimeler birbirinden ve yine bölük pörçük oldu paragraflar ama bu gece gözlerimi kapattığımda bir sayfayı daha doldurduğumdan yeni sayfayı doldurmak için kullanacak kelimeler arayacağım. Başkasına değil, sadece kendime.

Lenore is out.

*resimler tumblrdan*

24 Ağustos 2015 Pazartesi

Bir tavşan çukurundan kaçtı, Pandora Hearts



Bitti.

Bunu söylemesi garip hissettiriyor çünkü Pandora Hearts benim için sadece bir manga serisinden öteye geçen bir şeydi. Tam emin değilim ama sanırım 12'nin başıydı seri ile ilk tanıştığımda ki arkadaşım sayesinde olmuştu. Bütün gün o test çözme serüvenin arasında Break'in ne kadar mükemmel olduğunu anlatıp imalı bir şekilde gülünce insan ister istemez neymiş bu seri diye bakıyor. Ama sorun şuydu ki animesi güzel değildi. Daha mangayı okumadan bile beni sarmadı ki arkadaşım bana animenin ne kadar kötü olduğunu söyleyip mangayı okumam konusunda manipüle ettiği için ilk defa bir manga okumaya oturdum. Öncesinde manga okumuşluğum var elbette ama çok fazla olduğunu iddia edemezdim. Manga ve anime kültürü aslında Türkiye'ye çok uzak olmamıştı hiçbir zaman ki bunda TRT'nin Ay Savaşçı'sını yayınlaması, Star'ın Pokemon'u yayınlaması gibi etkenler çok önde ama animeyi anime mangayı manga olarak bilen çok fazla kişi yoktu ki daha ancak bu kitle artıyor. Evet kabul son üç yılda bu kitle çok hızlı büyüdü ama 4 yıl öncesinde yoktu, ya da ben o zamanlar düşündüğüm kadar iyi araştırmamışım.



O zamanlar mangayı okumak dehşet zor gelmişti çünkü ingilizceydi! İngilizce bir şeyler okumanın benim içim Nobel ödüllük bir şeymiş gibi hissettirdiği zamanlar tabi, hehe. Mangayı açıp okumaya çalışır bir şey anlamaz sinirlenir kapatır sonra merak eder tekrar açar tekrar okurdum.

Peki neydi Pandora Hearts'ı bu kadar farklı kılıp da beni inatla kendisine bağlayan?




Alice in Wonderland.

Küçükken belki deli gibi okumasamda bu klasik lisede benim için bir takıntı oluşturdu. Filmler, kitaplar vs... ki Japonların da kendi çizgileriyle oluşturduğu bileşimler benim takıntımı besleyip büyütmekten başka bir işe yaramadı. Şikayetçi gibi konuştuğuma bakmayın ben halimden memnunum.

Mangakamız Alice'i alıp mükemmel bir temaya dönüştürmüş ya nefesinizi kesiyor. Bu öyle kurguyu alıp da kendi karakterleri ile birleştirme değil, dünyayı alıp kendi hikayesi ile birleştirme. Tanıdık isimler gördükçe ah! bunu da kullanmış diyorsunuz ve bir yandan oha! cidden çok güzel kombine etmiş ile devam ediyorsunuz. Abyss'e "düşme"den tutun da çay partilerine kadar her şey sizi gülümsetiyor. Uyarlama bu kadar güzel olunca da her bölümde kendinizi daha da içte buluyorsunuz. Ha bu arada kurgunun gelişimi de sizi o kadar heyecanlandırıyor ki her chapterı ayrı bir heyecanla okuyorsunuz.

Karakterler.



İlk önce biraz sıradan gelmişti Oz. Yani ha tamam işte klasik babasının dışladığı çocuk modunda bakıyorsunuz ama hikaye ilerledikçe Oz'un hikayesinin duygusallığı sizi daha da sarıyor. Spoiler almaktan da vermekten de nefret ettiğim için Oz'un karakteri ile ilgili fazla bir şey söylemeyeceğim ama yine de mangakayı planladığı ve 90 küsur chapter boyunca hiç bir okuyucuya çaktırmadığı gerçek için de tebrik ediyorum. Well done, Mochizuku Jun. Well done...



Ama bir yandan da Gilbert'ın o gizemli havasına kapılıyorsunuz ki artık inkar edemeyeceğim bir şekilde gizemli yakışıklı çocuklara aşık olma takıntım da beni her bölümde Gilbert'a daha da bağladı. Ha tabi ilerledikçe bu gizemli kişiliğin aslında bir minnoş olduğunu öğrenmek de ayrı bir güzellik.




Mangakamıza bir tebrik mesajı daha yolluyorum. Çünkü her ne kadar "Alice"in sırrını diğerlerine göre daha erken öğrendik dedikse de mangaka ilerledikçe bizi şaşırtmayı ve her yeni adımda bize bildiğimiz şeylerin eksik ya da yanlış olduğunu kanıtlamayı kendine bir vazife bildi. Ama Alice'in normal ve "anlayışlı" olmaktan uzak o hali bizim için yeterliydi.




Break. Kesinlikle gelmiş geçmiş en renkli karakterlerden birisi ki manga/anime dünyasında eşine az rastlanır belki rastlanmaz diyeceğiniz bir karakter. Ama mangakamız Break'i kullanarak okuyucularıyla oynamaktan da sadistik bir zevk alıyor benden söylemesi.




Elliot. Ya ağzımı açacağım spoiler olacak. Gerçekten sevmiyorum spoiler olayını... Ama Elliot manganın ilerlemesine fazlasıyla katkıda bulunan bir karakter. Bana kalırsa mangaların en sıkıcı problemi karakterler ne kadar "ilginç" ya da "orjinal" olursa olsun bir süre sonra kendi aralarında monoton diyaloglara bağlayabiliyorlar. Zaten bu yüzden her chapterda ya da bölümde yeni bir karakter giriyor ama bu karakterlerin bir çoğu da kalıcı olmuyor. Çünkü bu sefer de ana konudan/karakterden uzaklaşma tehlikesi var. Bu yüzden giren karakterleri çok güzel ayarlamalı mangaka. Elliot mangakanın bu konuda ne kadar başarılı olduğu sadece "bir" kanıtı.

Giren her karakterin kendince bir rengi ve sesi var *uzun uzun anlatmaya dayanamayacağım için fazla isim vermiyorum*


Kurgu bazı yerlerde biraz sıkıcı bir havaya bürünmüştü benim için ki bu yüzden uzun süreli aralar verdim okurken. Ama uzun süreli aralarımın bir diğer sebebi de manganın aylık yayınlanmasıydı. Dile kolay 104 chapter. 5 yıldan fazla bir zaman. Benim gibi bir insan için fazlasıyla uzun ki mangayı hatırlayıp okumam bile aslında seriye ne kadar bağlandığımın bir başka kanıtı.



Çizimler. Mangaka detaylar konusunda fazla dikkatli. Kıyafetlerden mekanlara, araba detaylarından chainlere kadar bir çok konuda hiç üşenmemiş oturmuş çizmiş. Büyük başarı valla ki bunu seri boyunca koruması hele hele seri boyunca çiziminin gözle görülür bir şekilde gelişmesi okuyucu ayrı bir mutlu ediyor.

Biraz mazoşistçe bir madde olacak ama manganın sadistliği. Şunu söylemeliyim ki manganın içinde çok fazla mutlu son yok. -son olarak sondan bahsetmiyorum, içindeki her şeyden bahsediyorum-  İçindeki her hikaye kendince bir duygusallığa ve melankoliye sahip. Her karakterin taşıdığı ayrı bir acı var. Öyle bir an geliyor ki yeter ulan! diye bağırmak istiyorsunuz. Ama manganın genel havası zaten hep bir hüzün içinde. Gel gör ki buna rağmen bir çok sefer sizi gülümsetiyor. Hatta klasik olacak ama geçmişe bakıp ağlamak yerine içinde bulunduğun anı değerlendirip geleceğe sahip çıkmak üzerine çok fazla şey içeriyor. Yalnız olmanın ne kadar korkutucu olduğunu bir daha şekillendiriyor. Şimdi böyle mazoşitlik filan dediğime bakıp da okumamazlık yapmayın çünkü okuduğunuzda hüzünlenseniz bile sizi fazlasıyla mutlu edecek bir seri.

Mangakasının kadın olması da benim için önemliydi. Önemli yanlış kelime daha doğrusu güzeldi. Feminist değilim -gerçekten!- ama bir kadının sanat alanında öne çıkması beni mutlu ediyor. Hani biz diyoruz ya kız başımıza ne yapacağız diye işte bu tarz insanlar olay kız/kadın olmak değil insan olmak diyor ve bize aslında bir çok şeyin yapılacağını gösteriyor. Nasıl buraya bağladınız demeyin, içimden geldi, hehe.

Ve son olarak da benim için kişisel bir anlamı. 12. sınıf. PH dediğim an aklım sürekli test kitaplarının üstünde yaptığımız teori muhabbetleriyle doluyor. Bir şekilde ikisi birleşmiş işte ve bunca yıldan sonra ayrılmadı da. Belki de PH her şeyden önce benim geride kalan bir zamanıma ait olduğu için bitişi beni biraz hüzünlendirdi.

Çok konuştum, yine. Uykuya ve yorgunluğa verin ama PH'ı atlamayın derim. Animesi güzel bir adaptasyon olsa da bir şekilde eksik kalmış. Belki mangayı takip etmeye çalıştıkları için böyle oldu ama 6. bölümden sonrasını izleyemedim ve nadir olarak yapsam da yarım bıraktığım animelerin arasına attım. Türkçesi var mı bakmadım ama mutlaka vardır. Hem PH mangalarla tanışmak için güzel bir başlangıç...

Lenore is out!


Not: Volume kapaklarının ne kadar mükemmel olduğunu bir kez ve bir kez daha belirtmem bence de yetersiz olur ama idare edin.




Resimlerin hepsi google aramalarından.

Çizgiler Dillerini Serbest Bırakır ve Yazar Kendisini Yine Animelere Bırakır



Merhabalar!

Eğer gören varsa bir kaç gündür -belki hafta oldu ama- ses çıkmayınca bu kız yine ümidi kesti demiş olabilir ama hayır! Bu sefer biraz daha inatçıyım ki en azından haftalık bloglara devam etmek istiyorum, hehe.

Aslında son bir haftadır o kadar yoğundum ki neden işlerin bu şekilde üst üste bindiğine lanet ederek uyanıyordum her gün ki durum hala öyle ama biraz alıştık. Ailem ancak tatil moduna geçebildi ve onlarla vakit geçirmekten fazlasıyla zevk duysam da bütün yaz tatilinin paket şeklinde bir haftaya sıkışması hoş bir durum değil. Kitap okurken en nefret ettiğim şey okumam bölündüğü için kitabı yüzlerce kez açıp kapatmak zorunda kalmak. Ya da ben kitap okurken insanların benimle iletişim kurmak için çabalaması da olabilir bu. Sonuç olarak şu yoğun olduğum hafta kitap okuyamayacağım bir gerçekti. Ben de dolayısıyla izlemeye oradan da uzun zamandır ihmal ettiğim animelere yöneldim.

Çok büyük bir hata yaptım.

Nasıl kitaplarda okunacak yüzlerce kitap var krizine giriyorsam animeleri izledikçe de izlenecek yüzlerce anime var krizine giriyorum. Eh artık bu krizlerin her çeşidine alıştığım için neyse çekiyorum ve izlemeye devam ediyorum. Şu andaki tek korkum üniversite için geri döndüğümde ev değiştirdiğim için internetimin henüz kurulmamış olması. Bir süre internet erişimi olmayınca -ki muhtemelen arkadaşlarımla okul düzenine alışana kadar gidip internet başvurusunda bulunmak da olmayacak- animelere ara vereceğim. Ama tabi geleceğe göre karamsar etmek de bana saçma gelen bir diğer şey olduğu için şu an elimdeki animelere bakacağım. Ah, susuyorum artık, hehe.

Daha önce söyledim mi bilmiyorum ama burcumun özelliklerini fazlasıyla karakteristik taşıyan bir İkizler burcuyum. İkizler burcunun en klasik özelliklerinden birisi de çabuk sıkılmaları ve buna bağlı olarak da aynı anda 3-4 kitap okuma, 3-4 film izleme veya animeler için aynı anda 3-4 anime izleme durumu.

Yeap. Şu anda Google Chrome sekmelerinde yan yana üç ayrı sekme de üç ayrı anime var. Sıkılana kadar birini izleyip diğerine devam ediyorum.

Her neyse. Animeler.

Anime denilince aklıma gelen ilk internet sitesi myanimelist.net 'tir. Site kesinlikle çok faydalı ve var mı bilmiyorum ama bence çok fazla yedeğini de aratmayan bir site. İstediğiniz anime hakkında istediğiniz bilgileri bulabilirsiniz. Puanlamaları olsun, sınıflandırmaları olsun fazlasıyla güzel. Ayrıca bir animenin sayfasına girdiğinizde mangadan mı yapıldığını, spin-off ya da başka sezonları olup olmadığını da kolayca bulabilirsiniz. Ha site ingilizce ama türkçe olarak da bu şekilde hazırlanan bir site olup olmadığını bilmiyorum. Yine de çok fazla ingilizce bilmeden de izlediğiniz animeleri, okuduğunuz mangaları listelemek için fazlasıyla güzel bir site.

Benim de her anime izlemeye başladığımda açıp en son neler yaptım ben diye hatırlamaya çalışırken hayat kurtarıcım olan site. Bu yaz açtığımda beni fazlasıyla şaşırttı çünkü en son geçen yaz giriş yapmakla birlikte lisedeki otaku ruhuma derin bir darbe indirdi. Shingeki no Kyojin'i mi yarım bırakmış olmam yoksa Baccano'yu mu yarım bırakmış olmam daha çok koydu bilemedim. Ama yarım kalmış olan Death Note ve Brotherhood da fazla koydu.-spoiler yiyince devam edememek sadece benim problemim değil ama değil mi?- Nereden başlasam kardır dedim ve en çok göze çarpan ve gerek animeciler gerekse international anlamda en çok ses getiren SnK ile devam ettim.






Fazla detaya girmeden bir şeyler söylemek gerekirse anime fazla keskin uçlu. Ya izleyip aşık olursunuz ya da bu muydu şimdi herkesin bu kadar övdüğü dersiniz ki muhtemelen popülerliğinden geliyor bu da. Popüler animelerin en büyük sıkıntısı bu zaten. Benim için sanırım biraz ikinci gruptayım. Mangakayı kesinlikle takdir ediyorum. Oluşturduğu dünya müthiş, bütün detaylarıyla düşünülmüş. Ayrıca bir çok sanatçının -yazar, mangaka, senarist...- kolay kolay yapamadığı ölümlere bol bol yer veriyor. -Sen değil George R.R. Martin- İlk yarıyı izlerken her ölümde bu da mı öldü!? diye bağırmama sebep oldu ama ikinci yarıda artık bunlarda ölmeliydi bu niye yaşıyor moduna bağladım. Ana karakter Eren'in o çocuksu güveninin defalarca parçalanması -ki genelde arkadaşlarının ölümü ile- bir süre sonra biraz klasiğe bağladı ki bu anlamda ikinci sezonun biraz daha değişik bir yol izlemesini bekliyorum. Kurgu da çok güzel ilerliyor bu arada. Yani izlediğinizde pişman olacağınızı sanmıyorum. Ama benim için izlediğim okuduğum şeylerde şu sıralar karakterler daha önde o yüzden kurgu yorumu size kalsın. İlk yarıda daha çok Eren, Mikasa ve Arwin sunulmaya çalışılmıştı ama ikinci yarıda bu üçünü o kadar görmüyoruz ya da ben öyle hissettim. Açıkçası bu hali daha güzel, hehe. Yani ana üçlü içinden daha çok Arwin'i seviyorum. Diğer iki karakter manga/anime çizgilerinde fazla klasik karakterler. Eren'in ben herkesi kurtaracağım mantığı ve Mikasa'nın Eren'e olan büyük sadakati. Karakterleri küçümsemiyorum çünkü kendi renklerini güzel yakalamışlar ama mangakanın yan karakterleri bir çok sefer bu ikiliyi geride bırakmış. Levi. Evet belki o da fazla klasik senpai ya da ana karakterin hocasını oynuyor diyebilirsiniz ama ı-ıh. Levi'yi küçümsüyorsunuz. Bir de Erwin var. Açıkçası son beş bölümde animeyi onlar için izledim diyebilirim. İkisinin de karar alırken gösterdiği tavırlar ve de birbirlerine olan "güvenleri" benim değişik bir nokta oluşturdu. Mangaka karakterler konusunda yetenekli. Belki bazen çok keskin karakterler diyebiliriz ama yine de yetenekli. Ayrıca animenin en sevdiğim özelliği sadece ana ya da yan karakterlere odaklanmaması. Figüranları oldukça güzel kullanıyor ve oluşturduğu dünyayı aslında gerçek dünyanın bir minyatürü olarak mükemmel bir şekilde kullanıyor. Bunu nasıl anlatırım bilmiyorum ama izledikçe görülen bir şey bu. Mangaka insanların doğasını animeye çok güzel yansıtmış ki bu yüzden animeyi sevmemi sağladı. "Müthiş" orjinal fikri ya da "eşi benzeri görülmemiş" sadistliği değil de, siz bu hayal ürünü şeylerde ne buluyorsunuz sorusunu çok güzel cevapladığı için. -cevap: gerçek dünyayı buluyoruz-





Ne buluyoruz bu hayal ürünü dünyasında sorusuna bir güzel cevap da Sword Art Online'dan geliyor. Animenin tanıtımını ilk duyduğumda ben bunu hemen izlerim! demiş ama üç yılın sonunda ancak izlemiş olmam belki biraz garip durabilir ama sonuçta izledim, hehe. Animede ilgimi çeken ilk nokta oyuncuların oyunda mahsur kalması ve online oyunun bir anda yaşam pazarına dönmesiydi. Fikir ilginçti ama izlediğimde karşılaştığım şey bu basit plottan çok daha fazlasıydı. Benim kafamda biraz daha klasik ve biraz daha aksiyonlu bir şey vardı. Yanlış anlaşılma olmasın, aksiyon var ama yalnızca aksiyon değil. SnK'nin eh işte olmasının sebebi benim beklentimi aşamaması ve bir çok farklı şeyi bir araya getirmiş olsa da benim için biraz klasik bir havada ilerlemesiydi. Ama SAO bunu kesinlikle aştı. Hani bahsetmiştik ya mangaka insanları çok iyi anlamış ve çok iyi yansıtmış diye işte SAO tam olarak böyle bir pencere. Üstelik SnK'ye göre bunu daha geniş bir pencereden yapmış çünkü anime sadece bir amaca ulaşmaya odaklanmıyor. İçinde aynı zaman slice of life diyebileceğimiz pek çok sahne var. Karakterlerin orjinalliği konusunda biraz geride kalıyor belki. Aslında bu düşüncemin sebebi Asuna. Asuna'yı seviyorum ama insanları deli gibi bahsettiği Asuna'yı biraz daha farklı bekliyordum. Arıca animenin ikinci yarısındaki değişiklik de yenilenme adına güzeldi. Biraz hızlı bir geçiş gibi gelmişti ilk önce ama ilerledikçe olması gereken buydu diyorsun çünkü anime bittiğinde her şey planlı, acelesi olmadan ve tam anlamıyla ilerlemiş olduğunu görüyorsun. Bu arada ikinci sezonu izlemediğimi de belirteyim, hehe. Biraz demlenmesi gerekiyor ama şimdi...


Koskoca yaz bunları mı izledin demeyin hemen çünkü bunlar son üç haftadır filan beni dolduruyordu. Bir de şu an izlediğim animeler var. Hani en başta bahsetmiştim ya aynı anda 3-4 anime izlemek filan...? İşte o.


Kamisama Hajimemashita: (7/10)


Japonların kami kültürünü esas konu yapmış fazlasıyla sevimli bir anime. İlk sezon bitti aslında ama ikinci sezona yeni başladığım için yorumu onun bitimine saklıyorum.


Natsume Yuujinchou II: (daha puanlamasına karar verecek kadar izlemedim)


İlk sezonu izleyeli üç yıl olmuştur ve bir türlü devam edemesem de mükemmel bir seriydi. Japonların ruh kültürüyle çok güzel yoğrulmuştu ve bölümlerin kendisine has havası izleyiciyi baya güzel yakalıyordu. Serinin ikinci sezonundan daha bir bölüm izledim ama kalan 3 ve 4. sezon için de meraktayım


Owari no Seraph: (8/10)


Beni bununla baş başa bırakın. Ağlamak istiyorum.



Shigatsu wa Kimi no Uso: (buna da yeni başladım, hehe)


Sanırım yıla ya da geçen yıla damga vuran bir seri. Ya da benim gördüğüm yorumlar fazla tutkuluydu... Ama müzik hele ki klasik müzik animelerde sevdiğim bir konu.

Nobunaga the Fool: (5/10)




İçinde bayıldığım çok fazla şeyi içeren ama bunları birleştirmek için fazla zorlayan ve üstelik karakterlerinin henüz bir derinliğe ulaşamadığını düşündüğüm bir anime. İkinci yarıya yeni geçeceğim ama şimdilik benden 5'ten fazlasını alamaz.


Ve son olarak!!


Hori-san to Miyamura-kun!!! (6/10)



Puanın düşük olduğuna bakmayın. Aslında çok sevimli. Puanın düşük olması öyle çok özel bir yanı olmamasından. Aslında sadece basit sıradan ve belki çoğu kişiye göre bir anlamı olmayan bir slice of life. Ama bugün 3. bölümü izlediğimde tadı damağımda kaldı ve en kısa zamanda mangasına başlayacağım.




Şimdilik bu kadar!





16 Ağustos 2015 Pazar

Evet, yeni bir takıntım var: Sanderson



Takıntım yaklaşık bir yıldır devam ediyor. Her şey Türkiye’ye dönerken yanımda almak istediğim ‘çok güzel’ bir İngilizce kitap aramamla başladı. Çeşit çok fazla ve zaman kısıtlı olunca (kitapçıya aslında yüzlerce kez girip çıktım ama kitap seçmeye gelince zaman her zaman kısıtlıdır) tür olarak fantastiği seçmemle başladı. Raflarda boy boy hem hardcover hem papercpver hem de small-size kitaplar dolu ama ne seçeceğim hakkında hala bir fikrim yok... Bavulumda kilo sınırı olduğu için yer sıkıntım var bu yüzden de direk cep kitaplara yöneldim. İlk düşüncem Ejderhalarla Dansı almaktı ama seriyi Türkçe almaya başladığım için bu fikirden vazgeçtim. Bu sırada rafta Brandon Sanderson yazısı gözüme çarptı. En az bir sıra cep kitaplarına ayrılmıştı. Ayrıca rafın hemen altına bir çalışanın yazdığı tavsiye notu da hoşuma gitti. (bu tavsiye notu olayını D&R’da da başlatmışlar. Aslında çok güzel bir olay umarım biraz daha yaygınlaşır kitapçılarımızda) Kitabı elime aldım baktım. Mistborn. Hemen açtım goodreads’i ve aldığı puana baktım. 4.4. Oldukça iyi. O anda aklıma esti ve üstünde Mistbor romanı yazan bütün kitapları attım sepete. Topu topu dört kitap 35 dolar tuttu. O an pişman mıydım? Dolar şu andaki kadar uçuk olmadığı için hayır, hiç pişman değildim. Ki hala daha pişman değilim.


(Resim benim çekimim değil ama kitaplarımın aynısı)


Biraz rastlantıyla oldu dedim ama beni aslında Brandon Sanderson’a bu kadar kilitleyen şey ismini oldukça sık duymaya başlamamdı. Zaman Çarkını daha okumadım ama fantastik için yerini az buçuk biliyorum. Ama aslında sadece bildiğimi sanıyormuşum. Nasıl oldu da Zaman Çarkını sevgili Brandon’ımız yazmaya başladı bilmiyorum. Araştırdım ama bulamadım. Yani Robert Jordan kendisi mi seçti yoksa yayınevi mi seçti bilmiyorum. Ki seriyi hala okuyamadığım için bu konuda çok fazla da bir yorum yapmayacağım. Ama online yorumlardan okuduğum kadarıyla hayranlar durumdan memnundu ki bu fantastik edebiyatta eşine az rastlanır bir durum.


Mistborn serisi şimdilik üç üçlemeden oluşuyor. İkinci üçlemenin henüz ikinci kitabı önümüzdeki Kasım ayında yayınlanacak. Şunu belirtmem gerekiyor ki ben daha sadece serinin ilk kitabını (The Final Emporer) bitirdim ve ikincisini (Well Of Ascension) okuyorum. Biraz yavaş okuyorum ve bunun esas sebebi İngilizce eksikliğim. İngilizce kitap okumaya bu yıl başladım ve okuduğum birkaç kitabı Brandon  Sanderson ile karşılaştırınca yazarın bir yandan basit ama kelimeler açısından fazlasıyla cömert bir üslubu var. Okurken her kelimenin anlamını arayan birisi değilim ama okuma biraz yavaş. Üstelik Brandon Sanderson’ın bir özelliği de kelime ve paragraf aralarına bir sürü ipucu atan bir yazar olması.

Seri hakkında biraz daha detaya girmeden önce Brandon Sanderson’ın kitapları hakkında bir benim fazlasıyla ilgimi çeken bir şeyden bahsedeceğim.


(yazar dediğin... hehe)


Cosmere evreni.



Sanderson’ın birçok kitabının geçtiği bir evren. Kitapların notlarında olsun Sanderson’ın okuduğum farklı kitaplarında olsun ismini duyarsınız. Öyle her sayfada çıkacak kadar sık değil. Hatta detaylarda bunu görüyorsunuz. Benim dikkatimi çeken hem Mistborn’da hem de Fırtına Işığı Arşivinde gördüğüm bir isimdi. Adonalsium. O kadar sık geçen bir kelime değil hatta okurken acaba yanlış mı hatırlıyorum. Benzetiyor muyum diye düşündüm ama sonra biraz araştırınca bunun rastlantı değil aslında planlı ve belki de şimdiye kadar planlanan en derin detaylı fantastik bir hikayeye hazırlık olduğunu gördüm. Ha tabi bu belki biraz benim abartmam ama şu bir gerçek ki Sanderson şu anda kitaplarının/serilerinin çoğuna bununla ilgili detaylar koyuyor. Ama bilinen çok da bir hikaye yok. Adonalsium bir varlık olduğu biliniyor ve bu varlık bir şekilde parçalanıyor. Her parçası ayrı bir tohum oluyor ve Sanderson’ın kitaplarındaki büyü sistemleri bu parçalara dayanıyor. Parçalar farklı gezegenlerde farklı kişilerce farklı büyü sistemlerine dönüştürülüyor. Mistborn için bu sistem metalleri yakma mesela. Bilinen bir başka şey de bu parçaları yok etmek isteyen bir kötü ve ona karşı savaşan bir iyi olduğu ama bunlar hakkında da çok bir şey yok. Yukarıda bahsetmiştim, Sanderson hikaye detaylarını araya saklıyor diye. Bu hikayede şimdilik detaylarda ve kitaplardaki karakterler ne kadar biliyorsa biz de o kadar biliyoruz. Ama çoğu kişiye göre bu detayları yakalayacağım diye uğraşmaya gerek yok. Sanderson detaylara çok şey saklasa da olayları açıklamada da oldukça başarılı. Bu yüzden de ben ana hikayeyi göreceğim diye uğraşmayıp kitapların kendi hikayelerine odaklanabilirsiniz. Ben öyle yapmayı planlıyorum. Ama bütün hikayelerin ayrı gezegenlerde geçtiği Cosmere evrenini aklınızın ufak bir köşesine koyun derim.

Mistborn demiştik?

Türkçe’ye Sissoylu ismiyle çevrilen (ki çeviri tercihini sevdim) seriyi Akılçelen yayınlarından takip edebilirsiniz. İkinci kitabı henüz çıkmadı ve bildiğim bir tarih de yok. Acele etmemek gerekir ama çünkü bildiğim kadarıyla Sanderson çevirilerini Türkçe’de Can Sevinç üstlenmiş. Şu anda aynı anda Fırtınaışığı Arşivinin ikinci kitabının çevirisi de sürüyor. Sanderson çevirileri zor iş olsa gerek zira kitaplar oldukça hacimli. Ve gelişigüzel bir çeviri de kesinlikle kabul edilemez. İngilizceniz biraz iyiyse İngilizce’den takip edebilirsiniz ama İstanbul’da yaşamayan birisi olarak benim yabancı dil kitap bulduğum yer zaten çok az ki internette bile Sanderson kitaplarını orijinal dilde çok bulamıyorum.

Peki nedir bu Mistborn?



Kitabı özetleyince biraz basit görünecek ama kısaca; köleliğin olduğu ve büyük kötünün olduğu ve kendince bir büyü sisteminin de olduğu bir evren. Ama detaylar her şeyi değiştiriyor.
Büyü sistemi benim en çok hoşuma giden şeydi. Sistemde esas olarak üç yöntem var: Allomancy, Feruchemy, ve Hemalurgy. İlk kitapta daha yoğun olarak Allomancy’i görüyoruz.  Allomancy sistemi basit aslında; vücutta biriktirilen (içilerek ya da yiyeceklerle) metalleri yakarak farklı güçler kazanılıyor. Mesela; basit Allomancy metali olan bakırı kullanarak kullanıcı duyularını arttırıyor. Bu şekilde fiziksel kuralları aşıp göremeyeceği uzaktaki yerleri görüp duyamayacağı şeyleri duyabiliyor. Ama bu öyle büyülü bir dokunuşla olmuyor. Hepsinin kendi içinde bir fiziksel kuralı var. Mesela kalay yakımı ile kişinin fiziksel gücü artıyor ancak bu sınırsız değil. Gücünü ne kadar çok arttırırsa sonrasındaki yorgunluğu da o kadar çok oluyor. Diğer iki büyü dalı ise kitabın ilerlemesi ile ortaya çıkıyor ama onlarında etkisi Allomancy’e benzer. Sistemin kuralları çok keskin. Yani normal adult young fantastiklerinde olduğu gibi ana kahraman gizemli bir boşluk fark edip bunu kullanmıyor. Ama bilinmeyen noktası çok fazla. Evrendeki çoğu Mistborn sadece basit Allomancy kurallarını biliyor ama karakterler ilerleyen zamanla yüksek seviyeli Allomancy metallerini keşfediyor. Yani büyülü bir boşluk değil ama bilinmeyen bir keşif var.

Girişi basit bir genç kız üstünden yapıyoruz. Vin. Genç kız ailesi tarafından terk edilmiş ve bir hırsız çetesinde “gizli güçleri” olan bir yardımcı olarak çalışıyor. Daha doğrusu köle. Genç kızın yaşamı belirli: kendini mümkün olduğunca gizle. Ama günün birinde Kelsier isimli bir adamın çıkıp ona bir Mistborn olduğunu söylemesi ve köle olarak tutulduğu hırsız çetesine el koymasıyla genç kızın yaşamı değişiyor.

Kelsier. Kitapta en renkli karakter ve okuyucunun daha ilk sayfalarda vurulduğu bir “hırsız” Tek bir amacı var o da ülkeyi binlerce yıldır yumruğu altında tutan ölümsüz Lord Ruler’ı devirmek. O kadar da zor gelmiyor kulağa? Kendince sebepleri var bunun için ki okurken hepsi ortaya çıkıyor, en azından bir kısmı. Ama topladığı hırsız çetesiyle birlikte bir şeyler yapmayı kesinlikle kafaya koymuş.



(Kelsier anlatılabilecek bir karakter değil, hehe)

Hırsız çetesinden bahsettim: Dockson, Ham, Breeze, Clubs, Sazed. Açıkçası okurken bana kahkaha attıran diyalogları vardı. Her karakter kendine özgü ve espri anlayışını yukarıda tutuyor. Yardımcı karakterden ileri geçmiyor diyebilirsiniz ama kitaptaki etkileri büyük.



Karakterlerde en çok sevdiğim şey gelişimleriydi. Küçük ve görünmez olmak için çabalayan Vin’in nasıl ülkenin asilerine katılıp geliştiğini, büyüdüğünü görmek inanılmaz bir zevkti. Sanderson bunu bir kitap karakteri sadeliğinden kurtarıp gözünüzün önünde büyüyen bir çocuk gibi yazmış. Ama bu durum sadece Vin için geçerli değil. Kitaptaki her karakterin kitap boyunca geliştiklerini öğreniyoruz. Bir şeyler değişiyor ve karakterler buna göre şekilleniyor. Kitap karakterlerini kuruluktan ve katı sınırlardan kurtarmış yani yazar.

Kitabın anlatımı ayrı bir lezzet çünkü Sanderson kitaplarını okurken adeta bir film izler gibi okuyorsunuz. Aşırı olmayan ama her şeyi canlandırmaya yeten bir betimleme var. Kitaplar belki biraz yavaş ilerliyor gibi gelse de aslında her detay zihninizde önemli bir parçanın şekillenmesini sağlıyor. Caddelerden, binalara, kıyafetlerden, silahlara her şey en ince ayrıntısıyla yazılmış. Ama benim için önemli olan bir nokta George R. R. Martin’in kitaplarında olduğu gibi sayısız isimlerle boğulmamış olması. Yanlış anlaşılma olmasın Martin’in kitaplarına da bayılırım ama Sanderson’ın uzun ama net anlatımı bana daha çok hitap ediyor.

Martin demişken. Sanderson üstada göre biraz daha “yumuşak”. Üstadın dünyası kadar acımasız bir dünya olsa da okuyucu bunu o kadar sert hissetmiyor. Belki bunun sebebi Martin’in kalemidir gerçi, hehe. Sanderson da taze aşklar, eski aşklar, ikinci şans verilen aşklar var ve bunu okurken kitabın bütünlüğünü asla kesmemiş. Sadece bunları çok güzel bir şekilde harmanlamış ve aşkı okuyucu için tatlı bir havaya sokmuş.

Çok fazla ve belki de alakasız konuştum. Kitaptan ve karakterlerden aşırı bahsetmedim ama zaten bunu sizin okuyup yapmanızı tercih ve tavsiye ederim. Eğer biraz fantastik seviyorsanız veya ilginiz varsa mutlaka okuyun. Kitap size çok şey katacak. Kesinlikle bu dünyayla alakası olmayan bir safsata da değil. Okurken hayal ürünü de olsa insan açgözlülüğünün ve bencilliğinin neler yaptığını görüyorsunuz. (Ah Lord Ruler...) Ayrıca arada bir de olsa Sanderson da okuyucuya mindfuck yaptırmayı seviyor.

Sanderson’dan bahsetmeyi planladım ama Mistborn dedim hep. Neyse bir de Sanderson’ın kitaplarını sıralayalım. Serilerden seçip beğenip okuyun bakalım.

Önce Cosmere içinde geçen serileri:

1.     Elantris serisi
-Elantris (Akılçelen yayınevinden Türkçe’sini bulabilirsiniz)
-The Hope of Elantris (2006) (kısa öykü, aşağıdaki bir linkte kayıprıhtım çevirisi var)
-The Emperor's Soul (2012)
-İsimsiz devam kitapları (hazırlanıyor)

2.      Mistborn

*Era 1 Üçlemesi
-Mistborn: The Final Empire
-The Well of Ascension
-The Hero of Ages

*İkinci Üçlemesi
-The Alloy of Law
-Shadows of Self (Kasım ayında yayınlanacak)
-The Bands of Mourning

*Üçüncü Üçlemesi

3.      Warbreak

4.      The Stormlight Archive (toplam 10 kitap olması planlanan bir seri, bir nevi bir Zaman Çarkı külliyatı)
- The Way of Kings (Kralların Yolu ismiyle Akılçelende bulabilirsiniz)
-Words of Radiance (Yine çeviri aşamasında olan bir kitap...)

Cosmere dışında geçen kitaplar: (Burada da fazlasıyla var!)

1.      Alcatraz serisi:
-Alcatraz Versus the Evil Librarians
-Alcatraz Versus the Scrivener's Bones
-Alcatraz Versus the Knights of Crystallia
-Alcatraz Versus the Shattered Lens
-(not. Burada da 2016 yazında yayınlanması beklenen bir kitap daha eklenmiş durumda)

2.      Infinity Blade serisi
-Infinity Blade: Awakening
-Infinity Blade: Redemption

3.      Legion serisi:
- Legion
-Legion: Skin Deep
-isimsiz bir üçüncü hikaye

4.      Reckoners serisi
- Steelheart (DEX yayınlarında bulabilirsiniz)
-Firefight (DEX yayınlarında bulabilirsiniz)
-Calamity

5.      Rithmatist serisi
- The Rithmatist (Doğan ve Egmont yayıncılıktan Türkçesini bulabilirsiniz)
-The Aztlanian (2016’da çıkacak)

Not: Ayrıca kendi sitesinde de gerek kitaplarla ilgili gerek çıkarılmış sahne olarak bir ton kısa hikayesi var.

Gördüğünüz gibi Sanderson fazlasıyla yaratıcı ama bunun yanında fazlasıyla da çalışkan. Daha 40 yaşına basmamış olmasına rağmen kütüphanelerde isminin başlığı altında fazlasıyla kitap var.
Bu kadar konuşmadan sonra adamı fazla abarttın diyebilirsiniz ki fantastik okumaya bayılsam da dehşet bir fantastik üstadı olduğumu söyleyemem ama Sanderson kesinlikle okunması gereken bir yazar olduğuna eminim. (inatçı bir yanım da var, hehe)

Konuşacak çok şey var ama... Şimdilik benden bu kadar!

Kelsier'den bir alıntı:

That’s the funny thing about arriving somewhere. Once you’re there, the only thing you can really do is leave again.

"Bir yere varmak hakkındaki komik şey de bu. Bir kere ulaştın mı yapabileceğin tel şey tekrar terk etmektir."


Not: Aşağıdaki linklerin ilkinde Sanderson’ın yayın evi olan Tor’un sitesinde yayınlanan Cosmere ile ilgili bir yazısı var. İkincisi wiki sayfasının İngilizcesi ve üçüncüsünde ise Kayıp Rıhtım’ın yaptığı çeviri var. Son iki linkte ise kendi sitesi ve facebook sayfası var.

5)      https://www.facebook.com/BrandSanderson?fref=ts

Unutmadan! Sanderson’ı internet ortamında takip etmenizi de tavsiye ederim. Kendisi sosyal ağlarını güzelce kullanıp hayranlarını kitaplarıyla ilgili bilgilendirmede de oldukça aktif. Birçok yazarın gizemli havaya bürünme çabalarından sonra bu fazlasıyla güzel! (Tamam, belki az bir kısım yazarın, taşımı sana fırlattım George R. R. Martin)


(Kralların Yolu içinde birbirinden müthiş karakterler saklayan bir başka seri)

Lenore is out!

(bu cümleyi alışkanlık haline getirdim...)

15 Ağustos 2015 Cumartesi

Same old, same old (Summertime sadness, sa-sa-sadness...)




Blog işinden öğrendiğim kesin bir şey varsa o da kesinlikle 'bundan sonra...' kelimelerini sıralayıp ardından uzun vadeli bir zamanı kapsayan sözler vermemek. Şimdiye kadar onlarca kez denedim, dedim ki bak Lenore, bak kızım, belki blog olayı olur da senin de kafanı toplayıp düzenlemene yardım eder (hani düzenli yükleyeceğim ya) olur da biraz değişiklik katar hayatına, biraz da sorumluluk belki. Başladığım çoğu blogu yarım bıraktım. Hatta bir posttan öte gitmedi.

Bundan sonra büyük sözler yok.

(Zaten blogların nasıl çalıştığını kavrayacak kadar bile karıştırmıyorum, hehe)
Yazacağım ama ne zaman kafama eserse. Şimdiye kadar keyfi dışında bir iş yapan birisi olmadım ki belli ki bundan sonra da olmayacağım. Ne yapalım. Karakter meselesi, çöpe de atamıyorsun ki...

Neyse.

Yaza başladık hatta bitiriyoruz. E peki neler yaptı bu kız tatilde?

Yattı. Gerçekten aklıma başka bir şey gelmiyor... İnsanın içi acıyor, hani güzelim tatili bir kez daha boşa harcadık diye bir süre sonra alışıyorsun. Ve garip bir şekilde bu yıl tatilim o kadar da kötü değildi diye düşündüm.

Okudum öncelikle. Yıl içinde okuyamadığım yazarların acısını çıkardım. Bakınız:

Brandon Sanderson. Türkiye daha çok yeni keşfediyor bu yazarı. Akılçelen kitaplar sağ olsun onlar sayesinde geç de olsa keşfediyoruz. Dex yayınlarından da çıkan kitabı var her ne kadar henüz okuyamasam da ama ben asıl emeği Akılçelen yayınlarında görüyorum. Ayrıca çevirmenimiz Can Sevinç'e de bu konuda baya teşekkür etmek gerek. Peki kimdir Brandon Sanderson? İşin aslı böyle hafif tontiş, gözlüklü, Amerika'da nerd, Türkiye'de inek denilen takıma giren, evli ve mükemmel şirinlikte bir oğlu olan bir adamcağız. Ha bir de kendisi fantastik edebiyatın prensi olarak kabul ediliyor. Öncelikle fantastik alanında yeri kesinlikle inkar edilemez temel yapı taşı olan Robert Jordan!ın Zaman Çarkı serisinin kurtarıcısı. Nasıl? Robert Jordan amcamız maalesef başladığı büyük işi (gerçekten büyük, yaklaşık 14 kitap 10.000 sayfa) bitiremeden bu dünyadan göçünce Brandon Sanderson imdada yetişiyor ve seriyi Robert Jordan'ın notlarının yardımıyla bitiriyor. Bu şekilde fantastik edebiyata yeri değişmez bir şekilde ismini kazıyor. Ama olay sadece bu değil. Gerçekten. Öncelikle Mistborn serisi diyorum. Şimdiye kadar okuduğum en mükemmel fantastik kitaptı. Bununla ilgili ayrı bir zaman konuşmak gerek o yüzden atlıyorum ama bir göz atmanızı tavsiye ederim. Ayrıca The Stormlight Archive serisi de çok ayrı bir olay. (Buna da ayrı bir sayfa ayırmak lazım) Henüz okumasam da film/dizi hakları alındığı iççin bir kaç yıla ekranlarda da görme ihtimalimizin olduğu Steelheart serisi de var. Yine başka bir seri Elantris... Ayrıca yazara hakkını vermek gerek. Ben iki hikayeyi aynı anda yazamıyorum ama aynı anda yaklaşık 3-4 seriyi götürüyor.


Ray Bradbury. Fahrenheit 451 kitabının kapağını açtığımda hayatımı değiştiren yazar. Bunu anlatması çok zor ama hayatıma derin ve asla unutulmayacak bir iz attı bu kitap. Özetini filan anlatmayacağım, internette çok ki bir de filmi var. Ama özetine bile bakmadan okumanızı tavsiye ederim. Yazar 2012 yılında aramızdan ayrılınca gerçekten üzülmüştüm. Edebiyatta yeri doldurulmaz bir boşluk açılmıştı ama aynı zamanda o zaman fark etmiştim; ben bu yazarı iyi tanımıyordum. Ama yok okul yok şu bu derken ancak bu yıl kitap fuarında gidip kitaplarını toptan aldım. İthaki yayınları sağ olsun yazarı Türkçe'ye kazandırmaya ant içmişler ki çok da iyi yapmışlar. Halen daha kitapları çevrilir ve yeni yeni kitaplarını görüyoruz ki Karahindiba Şarabı buna örnek verilebilir. Yazarın üslubu benim için biraz garip. Bunu Şimdi ve Daima ile Mars Yıllıklarını okurken fark ettim. Başlangıçta çok iyi odaklanamıyorum çünkü sayfalar çevrildikçe ne oluyor yahu sorusu zihnimi dolduruyordu. Ama yazar bir noktalama işaretine gelince beni öyle bir yakalıyor ki soru size o kadar da önemli görünmüyor. Bilim kurgu havası da belki bana biraz 'değişik' gelmiş olabilir çünkü bilim kurgu izlemeyi sevsem de okuma konusunda o kadar iştahlı değilim. Ama yazarın ironikliği kelimer arasına sıkıştırıp kişinin ruhuna bir ayna yönlendirmesi inkar edilemeyecek kadar başarılı.



Ejerdehaların Dansı. Ağzımı açmayacağım George R. R. Martin. Dedem yaşımda bir adama küfretmek istemiyorum.



John Green. Millet internette adama küfürler sıralayınca ne oluyor yahu demiştim ama o zamanlar yine bir şekilde ertelemiştim. D&R sağ olsun ingilizce kitabını indirimli görmüştüm ve hemen almıştım. Lanet adam. Hayatıma Hazel ve Gus adında iki karakter soktu ve her şeyi değiştirdi. Uzun zamandır bu tarz bir roman okumuyordum ama neden yazarın bu kadar 'sevildiğini' anladım. Gerçek. Adamın kaleminden süslü bir edebiyat ya da duygusal yorgunluk çıkmıyor. Saf bir gerçek çıkıyor. Hani hepimizin yaşadığı ve o süslü kelimelerle anlatmadan bile göğsümüzün ortasına oturan o gerçek. The Fault in Our Star. Üstüne konuşulması gereken bir kitap.

Küçük Prens. Evet biliyorum. Ve evet, ancak şimdi okudum. Ve evet bunu da biliyorum. Şimdiye kadar okumadığım için fazlasıyla şanssızım.



Elbette sadece bu kadar değil. Daha okuduğum ve okumakta olduğum bir kaç kitap daha var ama konuştukça hepsi hakkında ayrı ayrı uzun uzun konuşmak istediğimi fark ettim. O yüzden kesiyorum, hehe.

Ha, animelere geri dönüş yaptım. Öyle afilli bir giriş değildi ama gömdüğüm otaku ruhunu canlandırmaya yetti.

Müzik? Yazın başında yaptığım en güzel şey telefonumu sıfırlayıp bütün albümleri baştan atmaktı. Müzikte çok şey kaçırmıştım. Bunun bir kısmı tembelliğimin bir kısmı da yıl içindeki korecan takıntımın sonucuydu. K-POP iğrenç filan değil sonuçta artık o kadar dinliyoruz seviyoruz ama sorun şu ki içimdeki o power metal, punk, hard rock gibi sınırsız kaynağa yeterli değil.

Film. Çok ciddi filmlere dizilere yönelmedim ama tadımlık filmler izledim ki çok iyi yaptım. Ben bu yıl neler kaçırmışım yahu?

Çok konuştum. Çok konuştum. Parmak kaslarım ağrıdı ama iyi de oldu. Parmaklarım hikaye yazmak için kaşınıyor bu yazı ile ısınma turunu tamamlamış olduk. Tatilimin son dönemecinde bu blog beni biraz oyalayabilir ama bakalım belki de bu yazıdan sonra kapatır bir daha açmam. Önemli olan şu an değil mi? *hıh* hehe -blogda smiley kullanmayı sevmediği için hehe harflerine mahsur kalmış bir yazar var burada-

Şimdilik bu kadar.
Lenore is out!