Not: Başlık için özür dilemek isterdim ama bütün suç hiç bir dilde kurt anlamına gelmeyen "Ulf" sözcüğünü dilime dolayan EXO'da.
Tamam böyle söyleyince de kulağa fazla garip geliyor ama gerçek bu, hehe.
Bugün sırf bu psikoloji hazırlanma aşaması yüzünden öğleden sonra olacak derslerden kaçtım -ha bir de ders için iki buçuk saat okulda beklemem gerekiyordu ki bu da bir etkendi- Eve geleli üç saat oldu ama henüz hiçbir fiziksel hazırlık yok. Ama psikolojik olarak hazır sayılırım, hehe. Ki zaten fiziksel hazırlık bir aşamadan sonra bir saatten fazla vakit almıyor. Her neyse.
Nereden geldim buraya?
Efenim, bu psikolojik hazırlık aşamasını ben genelde okuyarak/yazarak/dinleyerek/izleyerek geçirdiğim zamanla yapıyorum. Çoğu zaman kitap okusam da bugün bir şeyler izlemek istedim. Sonra? Tabi bilgisayarın başına geçince bir kere de face sayfasını açıp bir göz atmamak olmaz. Normalde Mark'ın son bir kaç yıldır yaptığı bu sayfa akışı arasına reklam olayına sinir oluyorum -aslında kenardakiler daha sinir bozucu ya neyse- ama bugün gözüm bir anime filminin sayfasına takıldı. Bir bakayım dedim zira ismi hoşuma gitti: The Boy and The Beast. Yanlış söylemiş de olabilirim. Neyse sonra ee bunun yönetmeni kimmişe girince karşıma bir film çıktı: Wolf Children. Şimdi şöyle bir gerçek var ki içinde wolf/kurt kelimesinin gördüğüm her şey ilgimi çekiyor. -yemin edebilirim ki bunun EXO ile alakası yok, onlar sadece bu alışkanlığımı takıntıya dönüştürdü- Hemen girdim youtube'a ve bir fragmanı izledim.
Şunu yıllardır kabul ediyorum ki içimde cidden saf bir romantik yatıyor. Yani her ne kadar kendisi mal olsa da romantik şeylere karşı bir çekilimi var bu parçamın. Hele hele içinde imkansız/zor aşk gibi kavramları supernatural yaratıklarla kurguladıysa o şeyi okumam/izlemem bana farz oluyor.
Wolf Children da tam olarak buydu.
Fragmanda da görüleceği gibi hikayeyi aslında küçük bir kız anlatıyor. Küçük kız bize annesinin ve babasının aşkıyla başlayan ve aile sıcaklığıyla biten bir hikaye anlatıyor. Tabi hikayeyi bu kadar ilginç yapan çoğu romantik dramada olduğu gibi üniversitede gördüğü ilk havalı çocuğa aşık olan ana karakterimizin aslında bir kurt adama aşık olması. Yine de karakterimizin kocaman ve sıcacık olan kalbi bu detayları o kadar da önemsemiyor ve filmin başında çok sevimli, sessiz ve küçük görünen ama içinde kalbinizi ısıtan bir sürü detayı ile bir aşk görüyorsunuz. Ana karakterimiz olan -en azından ben böyle düşüneceğim- Hana hamile kalıyor ve ilk önce bir kız bir yıl ardından da bir erkek çocuğu dünyaya getiriyor.
Bundan sonrasını anlatmayacağım çünkü o sahneleri kendiniz izlemelisiniz.
Aslında hikayeyi iyice sadeleştirirsek iki çocuğun büyüme hikayesi. Yani içinde öyle olağanüstü bir şekilde kurtların görmüyoruz ama yönetmen ve hikaye bu durumu sıradan bir ailenin yaşantısına o kadar güzel adapte etmiş ki bir çok yerde detaylar kalbinizi ısıtıyor/kırıyor/parçalıyor/gülümsetiyor. Çocukların kendilerini bulmaları ve Hana'nın da hayatın zorluklarına dayanması... Ah...
Ben duygusal biriyim bana bunu yapmamalıydınız... hehe.
Şaka bir yana detaylar çok güzeldi. İki çocuğun film boyunca kurt mu yoksa insan mı olacaklarını seçmelerini izlemek aslında bana kalırsa hepimzin karşılaştığı bir şey. Hani o hayatı ve insanları farkına vardığımız ilk yıllar var ya? Hah! İşte tam olarak bu. Kendin mi olacaksın yoksa diğerlerinin seni "yalnız" bırakmaması için sadece birisiymiş gibi mi davranacaksın? Ya da kendini kimlere açacaksın ve buna nasıl karar vereceksin? Sorumluluklar gelecek ve onlar karşısında ne yapacaksın? Elbette film bütün soruları ve cevapları bu kadar açık sormamış, ya da bunlar sadece benim hayal gücümle ortaya çıkan sorular. Ama filmi benim için bu kadar mükemmel yapan durum buydu. Hayal dünyasında bile olsa bir zamanlar benim de yaşadığım şeylerin fantastik olarak tekrar sunan o nostaljik his.
Az önce bir de yönetmene baktım. Mamoru Hosoda. Digimon olsun One Piece olsun Japon anime tarihinde adlarını altın harflerle kazıyan bir çok projede imzası var ama benim esas ilgimi çeken şey Summer Wars oldu. Sanırım beş yıl kadar önce izledim ve izlediğim de ağzımı açık bırakıp hayal dünyama bir bomba atmıştı film. Mutlaka izlenmeli izlettirilmeli diyerek o zamandan beri çevremdeki herkese söylerdim ama yönetmenini takip etmek şimdiye kadar aklıma gelmemişti -sorry Hosoda- Ayrıca fragmanını izlediğimde bunu mutlaka izlemeliyim diyip de izleyemediğim The Girl Who Leapt Through Time filminin de yönetmenliğinde olduğunu görünce artık ismini bir kenara kazıdım. Son bir kaç yıldır Miyazaki'nin yönetmenliği bırakması yüzünden yastaydım -ki aslında tam olarak bırakamadı- ama Hosoda beni ilerisi için mutlu etti.
Yanlış anlaşılmasın hala Miyazaki için çok yol kat etmeli ki yine de onu geçebileceğinden emin değilim. Miyazaki'nin filmlerindeki çizimler ve renk cümbüşü sizi yakalar ama sahip olduğu nostaljik çizgilerde sizi gülümsetirdi. Mamoru'da da sizi içine çeken bir renk cümbüşü olsa da çizimler benim gözüm için biraz fazla... modern? Bunu başka nasıl söylerim bilemiyorum... Yine de Mamoru'nun kurguları kendine has ve oldukça orjinal bir çizgiye sahip. En azından izlediğim iki filmi. Bu yüzden yakında çıkacak son filmini de dört gözle bekliyorum ki o çıkana kadar da muhtemelen The Girl Who Leapt Time filmini izlemeyi tercih ederim.
*saygılar Miyazaki senpai/dede!*
Saat 9'da otobüse yetişmek için koşmam gerek! *muhtemelen arada biraz daha psikolojik hazırlık yapmam gerekecek!*
Lenore is out!


Hiç yorum yok:
Yorum Gönder