Takıntım yaklaşık bir yıldır devam ediyor. Her şey
Türkiye’ye dönerken yanımda almak istediğim ‘çok güzel’ bir İngilizce kitap
aramamla başladı. Çeşit çok fazla ve zaman kısıtlı olunca (kitapçıya aslında
yüzlerce kez girip çıktım ama kitap seçmeye gelince zaman her zaman kısıtlıdır)
tür olarak fantastiği seçmemle başladı. Raflarda boy boy hem hardcover hem
papercpver hem de small-size kitaplar dolu ama ne seçeceğim hakkında hala bir
fikrim yok... Bavulumda kilo sınırı olduğu için yer sıkıntım var bu yüzden de
direk cep kitaplara yöneldim. İlk düşüncem Ejderhalarla Dansı almaktı ama
seriyi Türkçe almaya başladığım için bu fikirden vazgeçtim. Bu sırada rafta
Brandon Sanderson yazısı gözüme çarptı. En az bir sıra cep kitaplarına
ayrılmıştı. Ayrıca rafın hemen altına bir çalışanın yazdığı tavsiye notu da
hoşuma gitti. (bu tavsiye notu olayını D&R’da da başlatmışlar. Aslında çok
güzel bir olay umarım biraz daha yaygınlaşır kitapçılarımızda) Kitabı elime
aldım baktım. Mistborn. Hemen açtım goodreads’i ve aldığı puana baktım. 4.4.
Oldukça iyi. O anda aklıma esti ve üstünde Mistbor romanı yazan bütün kitapları
attım sepete. Topu topu dört kitap 35 dolar tuttu. O an pişman mıydım? Dolar şu
andaki kadar uçuk olmadığı için hayır, hiç pişman değildim. Ki hala daha pişman
değilim.
(Resim benim çekimim değil ama kitaplarımın aynısı)
Biraz rastlantıyla oldu dedim ama beni aslında Brandon
Sanderson’a bu kadar kilitleyen şey ismini oldukça sık duymaya başlamamdı.
Zaman Çarkını daha okumadım ama fantastik için yerini az buçuk biliyorum. Ama
aslında sadece bildiğimi sanıyormuşum. Nasıl oldu da Zaman Çarkını sevgili
Brandon’ımız yazmaya başladı bilmiyorum. Araştırdım ama bulamadım. Yani Robert
Jordan kendisi mi seçti yoksa yayınevi mi seçti bilmiyorum. Ki seriyi hala
okuyamadığım için bu konuda çok fazla da bir yorum yapmayacağım. Ama online
yorumlardan okuduğum kadarıyla hayranlar durumdan memnundu ki bu fantastik
edebiyatta eşine az rastlanır bir durum.
Mistborn serisi şimdilik üç üçlemeden oluşuyor. İkinci
üçlemenin henüz ikinci kitabı önümüzdeki Kasım ayında yayınlanacak. Şunu belirtmem
gerekiyor ki ben daha sadece serinin ilk kitabını (The Final Emporer) bitirdim ve ikincisini (Well Of
Ascension) okuyorum.
Biraz yavaş okuyorum ve bunun esas sebebi İngilizce eksikliğim. İngilizce kitap
okumaya bu yıl başladım ve okuduğum birkaç kitabı Brandon Sanderson ile karşılaştırınca yazarın bir
yandan basit ama kelimeler açısından fazlasıyla cömert bir üslubu var. Okurken
her kelimenin anlamını arayan birisi değilim ama okuma biraz yavaş. Üstelik
Brandon Sanderson’ın bir özelliği de kelime ve paragraf aralarına bir sürü
ipucu atan bir yazar olması.
Seri hakkında biraz daha detaya girmeden önce Brandon
Sanderson’ın kitapları hakkında bir benim fazlasıyla ilgimi çeken bir şeyden
bahsedeceğim.
(yazar dediğin... hehe)
Cosmere evreni.
Sanderson’ın birçok kitabının geçtiği bir evren. Kitapların
notlarında olsun Sanderson’ın okuduğum farklı kitaplarında olsun ismini
duyarsınız. Öyle her sayfada çıkacak kadar sık değil. Hatta detaylarda bunu
görüyorsunuz. Benim dikkatimi çeken hem Mistborn’da hem de Fırtına Işığı
Arşivinde gördüğüm bir isimdi. Adonalsium. O kadar sık geçen bir kelime değil
hatta okurken acaba yanlış mı hatırlıyorum. Benzetiyor muyum diye düşündüm ama
sonra biraz araştırınca bunun rastlantı değil aslında planlı ve belki de
şimdiye kadar planlanan en derin detaylı fantastik bir hikayeye hazırlık
olduğunu gördüm. Ha tabi bu belki biraz benim abartmam ama şu bir gerçek ki
Sanderson şu anda kitaplarının/serilerinin çoğuna bununla ilgili detaylar
koyuyor. Ama bilinen çok da bir hikaye yok. Adonalsium bir varlık olduğu
biliniyor ve bu varlık bir şekilde parçalanıyor. Her parçası ayrı bir tohum
oluyor ve Sanderson’ın kitaplarındaki büyü sistemleri bu parçalara dayanıyor.
Parçalar farklı gezegenlerde farklı kişilerce farklı büyü sistemlerine
dönüştürülüyor. Mistborn için bu sistem metalleri yakma mesela. Bilinen bir
başka şey de bu parçaları yok etmek isteyen bir kötü ve ona karşı savaşan bir
iyi olduğu ama bunlar hakkında da çok bir şey yok. Yukarıda bahsetmiştim,
Sanderson hikaye detaylarını araya saklıyor diye. Bu hikayede şimdilik
detaylarda ve kitaplardaki karakterler ne kadar biliyorsa biz de o kadar
biliyoruz. Ama çoğu kişiye göre bu detayları yakalayacağım diye uğraşmaya gerek
yok. Sanderson detaylara çok şey saklasa da olayları açıklamada da oldukça
başarılı. Bu yüzden de ben ana hikayeyi göreceğim diye uğraşmayıp kitapların
kendi hikayelerine odaklanabilirsiniz. Ben öyle yapmayı planlıyorum. Ama bütün
hikayelerin ayrı gezegenlerde geçtiği Cosmere evrenini aklınızın ufak bir
köşesine koyun derim.
Mistborn demiştik?
Türkçe’ye Sissoylu ismiyle çevrilen (ki çeviri tercihini
sevdim) seriyi Akılçelen yayınlarından takip edebilirsiniz. İkinci kitabı henüz
çıkmadı ve bildiğim bir tarih de yok. Acele etmemek gerekir ama çünkü bildiğim
kadarıyla Sanderson çevirilerini Türkçe’de Can Sevinç üstlenmiş. Şu anda aynı
anda Fırtınaışığı Arşivinin ikinci kitabının çevirisi de sürüyor. Sanderson
çevirileri zor iş olsa gerek zira kitaplar oldukça hacimli. Ve gelişigüzel bir
çeviri de kesinlikle kabul edilemez. İngilizceniz biraz iyiyse İngilizce’den
takip edebilirsiniz ama İstanbul’da yaşamayan birisi olarak benim yabancı dil
kitap bulduğum yer zaten çok az ki internette bile Sanderson kitaplarını
orijinal dilde çok bulamıyorum.
Peki nedir bu Mistborn?
Kitabı özetleyince biraz basit görünecek ama kısaca;
köleliğin olduğu ve büyük kötünün olduğu ve kendince bir büyü sisteminin de
olduğu bir evren. Ama detaylar her şeyi değiştiriyor.
Büyü sistemi benim en çok hoşuma giden şeydi. Sistemde esas
olarak üç yöntem var: Allomancy, Feruchemy, ve Hemalurgy. İlk kitapta daha
yoğun olarak Allomancy’i görüyoruz. Allomancy sistemi basit aslında; vücutta
biriktirilen (içilerek ya da yiyeceklerle) metalleri yakarak farklı güçler kazanılıyor. Mesela; basit Allomancy metali
olan bakırı kullanarak kullanıcı duyularını arttırıyor. Bu şekilde fiziksel
kuralları aşıp göremeyeceği uzaktaki yerleri görüp duyamayacağı şeyleri
duyabiliyor. Ama bu öyle büyülü bir dokunuşla olmuyor. Hepsinin kendi içinde
bir fiziksel kuralı var. Mesela kalay yakımı ile kişinin fiziksel gücü artıyor
ancak bu sınırsız değil. Gücünü ne kadar çok arttırırsa sonrasındaki yorgunluğu
da o kadar çok oluyor. Diğer iki büyü dalı ise kitabın ilerlemesi ile ortaya
çıkıyor ama onlarında etkisi Allomancy’e benzer. Sistemin kuralları çok keskin.
Yani normal adult young fantastiklerinde olduğu gibi ana kahraman gizemli bir
boşluk fark edip bunu kullanmıyor. Ama bilinmeyen noktası çok fazla. Evrendeki
çoğu Mistborn sadece basit Allomancy kurallarını biliyor ama karakterler
ilerleyen zamanla yüksek seviyeli Allomancy metallerini keşfediyor. Yani büyülü
bir boşluk değil ama bilinmeyen bir keşif var.
Girişi basit bir genç kız üstünden yapıyoruz. Vin. Genç kız
ailesi tarafından terk edilmiş ve bir hırsız çetesinde “gizli güçleri” olan bir
yardımcı olarak çalışıyor. Daha doğrusu köle. Genç kızın yaşamı belirli:
kendini mümkün olduğunca gizle. Ama günün birinde Kelsier isimli bir adamın
çıkıp ona bir Mistborn olduğunu söylemesi ve köle olarak tutulduğu hırsız
çetesine el koymasıyla genç kızın yaşamı değişiyor.
Kelsier. Kitapta en renkli karakter ve okuyucunun daha ilk
sayfalarda vurulduğu bir “hırsız” Tek bir amacı var o da ülkeyi binlerce yıldır
yumruğu altında tutan ölümsüz Lord Ruler’ı devirmek. O kadar da zor gelmiyor
kulağa? Kendince sebepleri var bunun için ki okurken hepsi ortaya çıkıyor, en
azından bir kısmı. Ama topladığı hırsız çetesiyle birlikte bir şeyler yapmayı
kesinlikle kafaya koymuş.
(Kelsier anlatılabilecek bir karakter değil, hehe)
Hırsız çetesinden bahsettim: Dockson, Ham, Breeze, Clubs,
Sazed. Açıkçası okurken bana kahkaha attıran diyalogları vardı. Her karakter
kendine özgü ve espri anlayışını yukarıda tutuyor. Yardımcı karakterden ileri
geçmiyor diyebilirsiniz ama kitaptaki etkileri büyük.
Karakterlerde en çok sevdiğim şey gelişimleriydi. Küçük ve
görünmez olmak için çabalayan Vin’in nasıl ülkenin asilerine katılıp
geliştiğini, büyüdüğünü görmek inanılmaz bir zevkti. Sanderson bunu bir kitap
karakteri sadeliğinden kurtarıp gözünüzün önünde büyüyen bir çocuk gibi yazmış.
Ama bu durum sadece Vin için geçerli değil. Kitaptaki her karakterin kitap
boyunca geliştiklerini öğreniyoruz. Bir şeyler değişiyor ve karakterler buna
göre şekilleniyor. Kitap karakterlerini kuruluktan ve katı sınırlardan
kurtarmış yani yazar.
Kitabın anlatımı ayrı bir lezzet çünkü Sanderson kitaplarını
okurken adeta bir film izler gibi okuyorsunuz. Aşırı olmayan ama her şeyi
canlandırmaya yeten bir betimleme var. Kitaplar belki biraz yavaş ilerliyor
gibi gelse de aslında her detay zihninizde önemli bir parçanın şekillenmesini
sağlıyor. Caddelerden, binalara, kıyafetlerden, silahlara her şey en ince
ayrıntısıyla yazılmış. Ama benim için önemli olan bir nokta George R. R.
Martin’in kitaplarında olduğu gibi sayısız isimlerle boğulmamış olması. Yanlış
anlaşılma olmasın Martin’in kitaplarına da bayılırım ama Sanderson’ın uzun ama
net anlatımı bana daha çok hitap ediyor.
Martin demişken. Sanderson üstada göre biraz daha “yumuşak”.
Üstadın dünyası kadar acımasız bir dünya olsa da okuyucu bunu o kadar sert
hissetmiyor. Belki bunun sebebi Martin’in kalemidir gerçi, hehe. Sanderson da
taze aşklar, eski aşklar, ikinci şans verilen aşklar var ve bunu okurken
kitabın bütünlüğünü asla kesmemiş. Sadece bunları çok güzel bir şekilde
harmanlamış ve aşkı okuyucu için tatlı bir havaya sokmuş.
Çok fazla ve belki de alakasız konuştum. Kitaptan ve
karakterlerden aşırı bahsetmedim ama zaten bunu sizin okuyup yapmanızı tercih
ve tavsiye ederim. Eğer biraz fantastik seviyorsanız veya ilginiz varsa mutlaka
okuyun. Kitap size çok şey katacak. Kesinlikle bu dünyayla alakası olmayan bir
safsata da değil. Okurken hayal ürünü de olsa insan açgözlülüğünün ve
bencilliğinin neler yaptığını görüyorsunuz. (Ah Lord Ruler...) Ayrıca arada bir
de olsa Sanderson da okuyucuya mindfuck yaptırmayı seviyor.
Sanderson’dan bahsetmeyi planladım ama Mistborn dedim hep.
Neyse bir de Sanderson’ın kitaplarını sıralayalım. Serilerden seçip beğenip
okuyun bakalım.
Önce Cosmere içinde geçen serileri:
1. Elantris
serisi
-Elantris (Akılçelen yayınevinden Türkçe’sini
bulabilirsiniz)
-The Hope of Elantris (2006) (kısa öykü, aşağıdaki bir
linkte kayıprıhtım çevirisi var)
-The Emperor's Soul (2012)
-İsimsiz devam kitapları (hazırlanıyor)
2. Mistborn
*Era 1 Üçlemesi
-Mistborn: The Final Empire
-The Well of Ascension
-The Hero of Ages
*İkinci Üçlemesi
-The Alloy of Law
-Shadows of Self (Kasım ayında yayınlanacak)
-The Bands of Mourning
*Üçüncü Üçlemesi
3. Warbreak
4. The
Stormlight Archive (toplam 10 kitap olması planlanan bir seri, bir nevi bir
Zaman Çarkı külliyatı)
- The Way of Kings (Kralların Yolu ismiyle Akılçelende
bulabilirsiniz)
-Words of Radiance (Yine çeviri aşamasında olan bir
kitap...)
Cosmere dışında geçen kitaplar: (Burada da fazlasıyla var!)
1. Alcatraz
serisi:
-Alcatraz Versus the Evil Librarians
-Alcatraz Versus the Scrivener's Bones
-Alcatraz Versus the Knights of Crystallia
-Alcatraz Versus the Shattered Lens
-(not. Burada da 2016 yazında yayınlanması beklenen bir
kitap daha eklenmiş durumda)
2. Infinity
Blade serisi
-Infinity Blade: Awakening
-Infinity Blade: Redemption
3. Legion
serisi:
- Legion
-Legion: Skin Deep
-isimsiz bir üçüncü hikaye
4. Reckoners
serisi
- Steelheart (DEX yayınlarında bulabilirsiniz)
-Firefight (DEX yayınlarında bulabilirsiniz)
-Calamity
5. Rithmatist
serisi
- The Rithmatist (Doğan ve Egmont yayıncılıktan Türkçesini
bulabilirsiniz)
-The Aztlanian (2016’da çıkacak)
Not: Ayrıca kendi sitesinde de gerek kitaplarla ilgili gerek
çıkarılmış sahne olarak bir ton kısa hikayesi var.
Gördüğünüz gibi Sanderson fazlasıyla yaratıcı ama bunun
yanında fazlasıyla da çalışkan. Daha 40 yaşına basmamış olmasına rağmen
kütüphanelerde isminin başlığı altında fazlasıyla kitap var.
Bu kadar konuşmadan sonra adamı fazla abarttın
diyebilirsiniz ki fantastik okumaya bayılsam da dehşet bir fantastik üstadı
olduğumu söyleyemem ama Sanderson kesinlikle okunması gereken bir yazar
olduğuna eminim. (inatçı bir yanım da var, hehe)
Konuşacak çok şey var ama... Şimdilik benden bu kadar!
Kelsier'den bir alıntı:
“That’s the funny thing about arriving somewhere. Once you’re there, the only thing you can really do is leave again.”
"Bir yere varmak hakkındaki komik şey de bu. Bir kere ulaştın mı yapabileceğin tel şey tekrar terk etmektir."
Not: Aşağıdaki linklerin ilkinde Sanderson’ın yayın evi olan
Tor’un sitesinde yayınlanan Cosmere ile ilgili bir yazısı var. İkincisi wiki
sayfasının İngilizcesi ve üçüncüsünde ise Kayıp Rıhtım’ın yaptığı çeviri var. Son
iki linkte ise kendi sitesi ve facebook sayfası var.
5) https://www.facebook.com/BrandSanderson?fref=ts
Unutmadan! Sanderson’ı internet ortamında takip etmenizi de
tavsiye ederim. Kendisi sosyal ağlarını güzelce kullanıp hayranlarını kitaplarıyla
ilgili bilgilendirmede de oldukça aktif. Birçok yazarın gizemli havaya bürünme
çabalarından sonra bu fazlasıyla güzel! (Tamam, belki az bir kısım yazarın,
taşımı sana fırlattım George R. R. Martin)
(Kralların Yolu içinde birbirinden müthiş karakterler saklayan bir başka seri)
Lenore is out!
(bu cümleyi alışkanlık haline getirdim...)



Hiç yorum yok:
Yorum Gönder