16 Ağustos 2015 Pazar

Evet, yeni bir takıntım var: Sanderson



Takıntım yaklaşık bir yıldır devam ediyor. Her şey Türkiye’ye dönerken yanımda almak istediğim ‘çok güzel’ bir İngilizce kitap aramamla başladı. Çeşit çok fazla ve zaman kısıtlı olunca (kitapçıya aslında yüzlerce kez girip çıktım ama kitap seçmeye gelince zaman her zaman kısıtlıdır) tür olarak fantastiği seçmemle başladı. Raflarda boy boy hem hardcover hem papercpver hem de small-size kitaplar dolu ama ne seçeceğim hakkında hala bir fikrim yok... Bavulumda kilo sınırı olduğu için yer sıkıntım var bu yüzden de direk cep kitaplara yöneldim. İlk düşüncem Ejderhalarla Dansı almaktı ama seriyi Türkçe almaya başladığım için bu fikirden vazgeçtim. Bu sırada rafta Brandon Sanderson yazısı gözüme çarptı. En az bir sıra cep kitaplarına ayrılmıştı. Ayrıca rafın hemen altına bir çalışanın yazdığı tavsiye notu da hoşuma gitti. (bu tavsiye notu olayını D&R’da da başlatmışlar. Aslında çok güzel bir olay umarım biraz daha yaygınlaşır kitapçılarımızda) Kitabı elime aldım baktım. Mistborn. Hemen açtım goodreads’i ve aldığı puana baktım. 4.4. Oldukça iyi. O anda aklıma esti ve üstünde Mistbor romanı yazan bütün kitapları attım sepete. Topu topu dört kitap 35 dolar tuttu. O an pişman mıydım? Dolar şu andaki kadar uçuk olmadığı için hayır, hiç pişman değildim. Ki hala daha pişman değilim.


(Resim benim çekimim değil ama kitaplarımın aynısı)


Biraz rastlantıyla oldu dedim ama beni aslında Brandon Sanderson’a bu kadar kilitleyen şey ismini oldukça sık duymaya başlamamdı. Zaman Çarkını daha okumadım ama fantastik için yerini az buçuk biliyorum. Ama aslında sadece bildiğimi sanıyormuşum. Nasıl oldu da Zaman Çarkını sevgili Brandon’ımız yazmaya başladı bilmiyorum. Araştırdım ama bulamadım. Yani Robert Jordan kendisi mi seçti yoksa yayınevi mi seçti bilmiyorum. Ki seriyi hala okuyamadığım için bu konuda çok fazla da bir yorum yapmayacağım. Ama online yorumlardan okuduğum kadarıyla hayranlar durumdan memnundu ki bu fantastik edebiyatta eşine az rastlanır bir durum.


Mistborn serisi şimdilik üç üçlemeden oluşuyor. İkinci üçlemenin henüz ikinci kitabı önümüzdeki Kasım ayında yayınlanacak. Şunu belirtmem gerekiyor ki ben daha sadece serinin ilk kitabını (The Final Emporer) bitirdim ve ikincisini (Well Of Ascension) okuyorum. Biraz yavaş okuyorum ve bunun esas sebebi İngilizce eksikliğim. İngilizce kitap okumaya bu yıl başladım ve okuduğum birkaç kitabı Brandon  Sanderson ile karşılaştırınca yazarın bir yandan basit ama kelimeler açısından fazlasıyla cömert bir üslubu var. Okurken her kelimenin anlamını arayan birisi değilim ama okuma biraz yavaş. Üstelik Brandon Sanderson’ın bir özelliği de kelime ve paragraf aralarına bir sürü ipucu atan bir yazar olması.

Seri hakkında biraz daha detaya girmeden önce Brandon Sanderson’ın kitapları hakkında bir benim fazlasıyla ilgimi çeken bir şeyden bahsedeceğim.


(yazar dediğin... hehe)


Cosmere evreni.



Sanderson’ın birçok kitabının geçtiği bir evren. Kitapların notlarında olsun Sanderson’ın okuduğum farklı kitaplarında olsun ismini duyarsınız. Öyle her sayfada çıkacak kadar sık değil. Hatta detaylarda bunu görüyorsunuz. Benim dikkatimi çeken hem Mistborn’da hem de Fırtına Işığı Arşivinde gördüğüm bir isimdi. Adonalsium. O kadar sık geçen bir kelime değil hatta okurken acaba yanlış mı hatırlıyorum. Benzetiyor muyum diye düşündüm ama sonra biraz araştırınca bunun rastlantı değil aslında planlı ve belki de şimdiye kadar planlanan en derin detaylı fantastik bir hikayeye hazırlık olduğunu gördüm. Ha tabi bu belki biraz benim abartmam ama şu bir gerçek ki Sanderson şu anda kitaplarının/serilerinin çoğuna bununla ilgili detaylar koyuyor. Ama bilinen çok da bir hikaye yok. Adonalsium bir varlık olduğu biliniyor ve bu varlık bir şekilde parçalanıyor. Her parçası ayrı bir tohum oluyor ve Sanderson’ın kitaplarındaki büyü sistemleri bu parçalara dayanıyor. Parçalar farklı gezegenlerde farklı kişilerce farklı büyü sistemlerine dönüştürülüyor. Mistborn için bu sistem metalleri yakma mesela. Bilinen bir başka şey de bu parçaları yok etmek isteyen bir kötü ve ona karşı savaşan bir iyi olduğu ama bunlar hakkında da çok bir şey yok. Yukarıda bahsetmiştim, Sanderson hikaye detaylarını araya saklıyor diye. Bu hikayede şimdilik detaylarda ve kitaplardaki karakterler ne kadar biliyorsa biz de o kadar biliyoruz. Ama çoğu kişiye göre bu detayları yakalayacağım diye uğraşmaya gerek yok. Sanderson detaylara çok şey saklasa da olayları açıklamada da oldukça başarılı. Bu yüzden de ben ana hikayeyi göreceğim diye uğraşmayıp kitapların kendi hikayelerine odaklanabilirsiniz. Ben öyle yapmayı planlıyorum. Ama bütün hikayelerin ayrı gezegenlerde geçtiği Cosmere evrenini aklınızın ufak bir köşesine koyun derim.

Mistborn demiştik?

Türkçe’ye Sissoylu ismiyle çevrilen (ki çeviri tercihini sevdim) seriyi Akılçelen yayınlarından takip edebilirsiniz. İkinci kitabı henüz çıkmadı ve bildiğim bir tarih de yok. Acele etmemek gerekir ama çünkü bildiğim kadarıyla Sanderson çevirilerini Türkçe’de Can Sevinç üstlenmiş. Şu anda aynı anda Fırtınaışığı Arşivinin ikinci kitabının çevirisi de sürüyor. Sanderson çevirileri zor iş olsa gerek zira kitaplar oldukça hacimli. Ve gelişigüzel bir çeviri de kesinlikle kabul edilemez. İngilizceniz biraz iyiyse İngilizce’den takip edebilirsiniz ama İstanbul’da yaşamayan birisi olarak benim yabancı dil kitap bulduğum yer zaten çok az ki internette bile Sanderson kitaplarını orijinal dilde çok bulamıyorum.

Peki nedir bu Mistborn?



Kitabı özetleyince biraz basit görünecek ama kısaca; köleliğin olduğu ve büyük kötünün olduğu ve kendince bir büyü sisteminin de olduğu bir evren. Ama detaylar her şeyi değiştiriyor.
Büyü sistemi benim en çok hoşuma giden şeydi. Sistemde esas olarak üç yöntem var: Allomancy, Feruchemy, ve Hemalurgy. İlk kitapta daha yoğun olarak Allomancy’i görüyoruz.  Allomancy sistemi basit aslında; vücutta biriktirilen (içilerek ya da yiyeceklerle) metalleri yakarak farklı güçler kazanılıyor. Mesela; basit Allomancy metali olan bakırı kullanarak kullanıcı duyularını arttırıyor. Bu şekilde fiziksel kuralları aşıp göremeyeceği uzaktaki yerleri görüp duyamayacağı şeyleri duyabiliyor. Ama bu öyle büyülü bir dokunuşla olmuyor. Hepsinin kendi içinde bir fiziksel kuralı var. Mesela kalay yakımı ile kişinin fiziksel gücü artıyor ancak bu sınırsız değil. Gücünü ne kadar çok arttırırsa sonrasındaki yorgunluğu da o kadar çok oluyor. Diğer iki büyü dalı ise kitabın ilerlemesi ile ortaya çıkıyor ama onlarında etkisi Allomancy’e benzer. Sistemin kuralları çok keskin. Yani normal adult young fantastiklerinde olduğu gibi ana kahraman gizemli bir boşluk fark edip bunu kullanmıyor. Ama bilinmeyen noktası çok fazla. Evrendeki çoğu Mistborn sadece basit Allomancy kurallarını biliyor ama karakterler ilerleyen zamanla yüksek seviyeli Allomancy metallerini keşfediyor. Yani büyülü bir boşluk değil ama bilinmeyen bir keşif var.

Girişi basit bir genç kız üstünden yapıyoruz. Vin. Genç kız ailesi tarafından terk edilmiş ve bir hırsız çetesinde “gizli güçleri” olan bir yardımcı olarak çalışıyor. Daha doğrusu köle. Genç kızın yaşamı belirli: kendini mümkün olduğunca gizle. Ama günün birinde Kelsier isimli bir adamın çıkıp ona bir Mistborn olduğunu söylemesi ve köle olarak tutulduğu hırsız çetesine el koymasıyla genç kızın yaşamı değişiyor.

Kelsier. Kitapta en renkli karakter ve okuyucunun daha ilk sayfalarda vurulduğu bir “hırsız” Tek bir amacı var o da ülkeyi binlerce yıldır yumruğu altında tutan ölümsüz Lord Ruler’ı devirmek. O kadar da zor gelmiyor kulağa? Kendince sebepleri var bunun için ki okurken hepsi ortaya çıkıyor, en azından bir kısmı. Ama topladığı hırsız çetesiyle birlikte bir şeyler yapmayı kesinlikle kafaya koymuş.



(Kelsier anlatılabilecek bir karakter değil, hehe)

Hırsız çetesinden bahsettim: Dockson, Ham, Breeze, Clubs, Sazed. Açıkçası okurken bana kahkaha attıran diyalogları vardı. Her karakter kendine özgü ve espri anlayışını yukarıda tutuyor. Yardımcı karakterden ileri geçmiyor diyebilirsiniz ama kitaptaki etkileri büyük.



Karakterlerde en çok sevdiğim şey gelişimleriydi. Küçük ve görünmez olmak için çabalayan Vin’in nasıl ülkenin asilerine katılıp geliştiğini, büyüdüğünü görmek inanılmaz bir zevkti. Sanderson bunu bir kitap karakteri sadeliğinden kurtarıp gözünüzün önünde büyüyen bir çocuk gibi yazmış. Ama bu durum sadece Vin için geçerli değil. Kitaptaki her karakterin kitap boyunca geliştiklerini öğreniyoruz. Bir şeyler değişiyor ve karakterler buna göre şekilleniyor. Kitap karakterlerini kuruluktan ve katı sınırlardan kurtarmış yani yazar.

Kitabın anlatımı ayrı bir lezzet çünkü Sanderson kitaplarını okurken adeta bir film izler gibi okuyorsunuz. Aşırı olmayan ama her şeyi canlandırmaya yeten bir betimleme var. Kitaplar belki biraz yavaş ilerliyor gibi gelse de aslında her detay zihninizde önemli bir parçanın şekillenmesini sağlıyor. Caddelerden, binalara, kıyafetlerden, silahlara her şey en ince ayrıntısıyla yazılmış. Ama benim için önemli olan bir nokta George R. R. Martin’in kitaplarında olduğu gibi sayısız isimlerle boğulmamış olması. Yanlış anlaşılma olmasın Martin’in kitaplarına da bayılırım ama Sanderson’ın uzun ama net anlatımı bana daha çok hitap ediyor.

Martin demişken. Sanderson üstada göre biraz daha “yumuşak”. Üstadın dünyası kadar acımasız bir dünya olsa da okuyucu bunu o kadar sert hissetmiyor. Belki bunun sebebi Martin’in kalemidir gerçi, hehe. Sanderson da taze aşklar, eski aşklar, ikinci şans verilen aşklar var ve bunu okurken kitabın bütünlüğünü asla kesmemiş. Sadece bunları çok güzel bir şekilde harmanlamış ve aşkı okuyucu için tatlı bir havaya sokmuş.

Çok fazla ve belki de alakasız konuştum. Kitaptan ve karakterlerden aşırı bahsetmedim ama zaten bunu sizin okuyup yapmanızı tercih ve tavsiye ederim. Eğer biraz fantastik seviyorsanız veya ilginiz varsa mutlaka okuyun. Kitap size çok şey katacak. Kesinlikle bu dünyayla alakası olmayan bir safsata da değil. Okurken hayal ürünü de olsa insan açgözlülüğünün ve bencilliğinin neler yaptığını görüyorsunuz. (Ah Lord Ruler...) Ayrıca arada bir de olsa Sanderson da okuyucuya mindfuck yaptırmayı seviyor.

Sanderson’dan bahsetmeyi planladım ama Mistborn dedim hep. Neyse bir de Sanderson’ın kitaplarını sıralayalım. Serilerden seçip beğenip okuyun bakalım.

Önce Cosmere içinde geçen serileri:

1.     Elantris serisi
-Elantris (Akılçelen yayınevinden Türkçe’sini bulabilirsiniz)
-The Hope of Elantris (2006) (kısa öykü, aşağıdaki bir linkte kayıprıhtım çevirisi var)
-The Emperor's Soul (2012)
-İsimsiz devam kitapları (hazırlanıyor)

2.      Mistborn

*Era 1 Üçlemesi
-Mistborn: The Final Empire
-The Well of Ascension
-The Hero of Ages

*İkinci Üçlemesi
-The Alloy of Law
-Shadows of Self (Kasım ayında yayınlanacak)
-The Bands of Mourning

*Üçüncü Üçlemesi

3.      Warbreak

4.      The Stormlight Archive (toplam 10 kitap olması planlanan bir seri, bir nevi bir Zaman Çarkı külliyatı)
- The Way of Kings (Kralların Yolu ismiyle Akılçelende bulabilirsiniz)
-Words of Radiance (Yine çeviri aşamasında olan bir kitap...)

Cosmere dışında geçen kitaplar: (Burada da fazlasıyla var!)

1.      Alcatraz serisi:
-Alcatraz Versus the Evil Librarians
-Alcatraz Versus the Scrivener's Bones
-Alcatraz Versus the Knights of Crystallia
-Alcatraz Versus the Shattered Lens
-(not. Burada da 2016 yazında yayınlanması beklenen bir kitap daha eklenmiş durumda)

2.      Infinity Blade serisi
-Infinity Blade: Awakening
-Infinity Blade: Redemption

3.      Legion serisi:
- Legion
-Legion: Skin Deep
-isimsiz bir üçüncü hikaye

4.      Reckoners serisi
- Steelheart (DEX yayınlarında bulabilirsiniz)
-Firefight (DEX yayınlarında bulabilirsiniz)
-Calamity

5.      Rithmatist serisi
- The Rithmatist (Doğan ve Egmont yayıncılıktan Türkçesini bulabilirsiniz)
-The Aztlanian (2016’da çıkacak)

Not: Ayrıca kendi sitesinde de gerek kitaplarla ilgili gerek çıkarılmış sahne olarak bir ton kısa hikayesi var.

Gördüğünüz gibi Sanderson fazlasıyla yaratıcı ama bunun yanında fazlasıyla da çalışkan. Daha 40 yaşına basmamış olmasına rağmen kütüphanelerde isminin başlığı altında fazlasıyla kitap var.
Bu kadar konuşmadan sonra adamı fazla abarttın diyebilirsiniz ki fantastik okumaya bayılsam da dehşet bir fantastik üstadı olduğumu söyleyemem ama Sanderson kesinlikle okunması gereken bir yazar olduğuna eminim. (inatçı bir yanım da var, hehe)

Konuşacak çok şey var ama... Şimdilik benden bu kadar!

Kelsier'den bir alıntı:

That’s the funny thing about arriving somewhere. Once you’re there, the only thing you can really do is leave again.

"Bir yere varmak hakkındaki komik şey de bu. Bir kere ulaştın mı yapabileceğin tel şey tekrar terk etmektir."


Not: Aşağıdaki linklerin ilkinde Sanderson’ın yayın evi olan Tor’un sitesinde yayınlanan Cosmere ile ilgili bir yazısı var. İkincisi wiki sayfasının İngilizcesi ve üçüncüsünde ise Kayıp Rıhtım’ın yaptığı çeviri var. Son iki linkte ise kendi sitesi ve facebook sayfası var.

5)      https://www.facebook.com/BrandSanderson?fref=ts

Unutmadan! Sanderson’ı internet ortamında takip etmenizi de tavsiye ederim. Kendisi sosyal ağlarını güzelce kullanıp hayranlarını kitaplarıyla ilgili bilgilendirmede de oldukça aktif. Birçok yazarın gizemli havaya bürünme çabalarından sonra bu fazlasıyla güzel! (Tamam, belki az bir kısım yazarın, taşımı sana fırlattım George R. R. Martin)


(Kralların Yolu içinde birbirinden müthiş karakterler saklayan bir başka seri)

Lenore is out!

(bu cümleyi alışkanlık haline getirdim...)

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder