29 Ağustos 2016 Pazartesi

Suicide Squad: İntihar Timi (Pft Gerçek Kötüler de ne?) *spoiler da ne yahu? yoğ öyle bir şey*



Öncelikle çizgi roman dünyasıyla hiçbir bağım olmadığını söyleyeyim. Ne okudum ne de çizgi filmini izledim yani tamamen filme dayanarak konuşacağım.

İkinci olarak o kadar da kötü değil. Gerçekten.

Üçüncü olarak da spoiler yok, sevmem kendilerini zaten.

Çizgi roman okumuşluğum yoktur ama film evrenini takip etmeyi severim. Marvel şu anda beni kendisine o kadar bağladı ki acaba çizgi romanlarına da mı geçsem diye düşünür oldum ama gözüm korkuyor işte biraz. *elimdeki dizi filmleri zor idare ediyorum bir de çizgi roman dersem okulu bırakayım en iyisi* DC ise biraz uzak kaldığım bir evren oldu. Yani tamam Batman'e bayılmayan yoktur ama Christian Bale ve öncesinde de Tim Burton'ın yönetmenliği beni daha çok bağlıyordu Batman'e. Bunun dışında Smallville izlemişliğim olsa da düzenli bir takipçisi de değildim hani. DC'den çok Marvel stan oluyorum sanırım. *böyle mi diyoruz bunu :D * Cahilliğim ortada yine.

Ama bu film First Look'tan beri bekliyordum. Yani hem fikir ilk duyduğumda mükemmel gelmişti ki çizgi romanla ilgili yorumları filan okuyunca daha da iştahım açılmıştı. Ama benim için en önemli olan nokta Jared Leto'ydu. Bir  zamanların emo prensi Joker için soyununca heyecanlandım açıkçası çünkü Jared Leto oyunculuğunun hakkını veren bir insan. *yani gidin bir Mr. Nobody bakın bir Requiem for a Dream bakın* Ve Joker gibi bir karakterde onu görmek çok büyük bir şey olacaktı.

Olacaktı. Sanırım buradan başlayayım. Joker "o kadar" da yok. Yani fragmanlarda gösterilen esas kötüden ziyade figüran ki Jared da sahnelerinin çoğunun silindiğini söylemiş.

Ha bir hatırlatma. Dedikodu gazetelerinden duyduğuma göre DC'nin Batman vs Superman rezilliğinden sonra SS oyuncuları geri çağrılmış ve yeniden çekimler yapılmış. Tabi işte bu arada da olan Joker'e olmuş.

Ama Jared Leto bana sorarsanız Joker'liğin hakkını vermiş. Dediğim gibi ben bunu sadece filmlerden söylüyorum, çizgi romanın ruhunu ne kadar şeytana satmışlardır bilmiyorum. Şu bir gerçek, bundan sonra yapılacak hiçbir Joker Heath Ledger'ı tahtından edemez. Bunda hem mükemmel ötesi olan Joker performansının etkisi var hem de biraz trajik ölümünün etkisi var. Ama Jared'ın film de onu geçme çabasından ziyade yeni bir Joker ortaya çıkarma çabası var ki başarılı bana sorarsanız. Oyunculuğu güzel... ama. Bu Joker çok süslenmişti, çok reklam yüzü yapılmıştı, ve film bu konuda hakkını verememiş. Yani Joker'in bir şeye karıştığı yok bu filmde doğru düzgün.



Yani çok şeker değil mi Leto?!





Film cidden ortalama. Gittiğinizde eğleneceğiniz sahnelerinin olduğu, karanlık havasının hoşunuza gideceği ve hikayesini de beğenebileceğiniz bir film. Şahsen ben karakterleri, hikayelerini, filmin hikayesini çok beğendim.

Ama.,

Çok kötü sunulmuş be. Birden SS yapıyorlar sağdan soldan karakter toplayıp beşer dakika flashbackle karakterleri tanıtıyorlar ve al işte sana on beş dakika sonra bunlar ellerinde sıcak çikolata yılbaşı ağacının altında şakalaşan bir aileye dönüşüyorlar.

E hani bunlar kötünün kötüsüydü? Hani bencil ötesi iğrenç mahlukatlardı? Herkes kötü olunca bencilliğe gerek kalmıyor mu?

Filmin bütün beklentileri yerle bir etmesinin sebebi bana kalırsa bu. Hem filmin karakterleri sunumu hem de ne ara kanki oldu bunlar sorusu.

Ama oyunculukların hakkını yememek gerekiyor. Her ne kadar film Deadshot, Harley Quinn dışında diğer karakterlere çok odaklanmasa da bütün oyuncular bence karakterlerinin hakkını vermiş ve ikinci bir filmde ya da başka filmlerde bunları yeniden görmek eğlenceli olacaktır. Hatta belki o zaman daha fazla bile eğlenebiliriz belki kim bilir. *Di mi DC? Di mi?*

Filmin kostümü ve soundtrackları mükemmel bu arada. Normalde çok fazla dinleyeceğim müzikler değil bir kısmı *sadece bir kısmı* ama filmde o kadar mükemmel olmuş ki filmi biraz daha olsun sevmenizi sağlıyor. *power of the soundtrack*



Öyle ya da böyle. Geç bile olsa, izlemediyseniz izleyin. Film kötü değil sadece bahsettiğim noktalar yüzünden sinir bozucu.

Ha bir de açıkçası Harley Quinn benim ön yargılı yaklaştığım bir karakterdi. Yani fragmanda bile she's just crazy diye tanıtılan karakterden ne bekliyorsun ki diye düşünmüştüm ama Margot Robbie karakteri o kadar güzel oynamış ki Harley Quinn cidden kilit noktaya dönmüş. *en azından film öncesinde yapılan cosplayler hakkını verdi bak*



Ve bir de, bir de... Cara Delevinge Enchantress'i ne kadar güzel oynamış... Aşık etti resmen o mahlukata...



7/10'luk bir film. İzleyin sinir olun sonra DC'ye küfredin. Belki Justice League'yu mahvetmezler ve İntikam Timini de bir dahaki sefere imajlarını kurtaracak bir şekilde bize verirler.

Bir de buradan filmi Türkçe'ye çevirenlere, Gerçek Kötüler nedir ya? Nasıl bir çeviri bu?

聲の形 / Koe no Katachi / A Silent Voice / The Shape of the Voice / Sesin Şekli





Başlığa manganın internette bulunan bütün isimlerini yazdım her halde, ha bir de sona kendi Türkçe versiyonumu ekledim.

Not: Mangayı İngilizce'den okuduğum için Türkçe var mıdır bilmiyorum. Şöyle bir Google amcada dolaşınca var gibi gözüktü ama verebileceğim bir internet adresi yok elimde.

Manga okumayalı o kadar uzun zaman oldu ki... Cümleyi düzeltiyorum. Bilgisayardan manga okumayalı o kadar uzun zaman oldu ki... Malum son bir kaç yılda Türkiye'de manga basımında çok ciddi olmasa da bir zamanlar bizim gibi güvenilir internet siteleri bulmaya çalışıp yurt dışından manga getirtmeye çalışanlar için çok büyük bir nimet. Ha yeterli mi? Bana sorarsanız değil ama bunun için de yayıncıları çok fazla suçlayamıyorum çünkü adamlar zaten telif hakkı gibi bir sürü olaylarla uğraşıyor basıyor ama Türkiye'de yok pahalı yok yavaş basılıyor nidalarından başka bir şey alamıyorlar. Pahalı mı? Pahalı ama indirimlerde %50'ye de alabiliyorsunuz. Şahsen kitap fuarlarında sitelerin büyük indirimlerinde manga alan birisiyim ve pahalı olsa da ucuza getirdiğim çoktur. Ha şu da var şimdi, dediğim gibi bir zamanlar bizim için değil Türkçe İngilizce mangayı bile eline alıp sayfalarını koklamak büyük rüya olduğu için *Death Note'un yayınlandığını duyduğumuzda göbek atmıştık, şaşkınlığımızı attıktan sonra* maddiyatı biraz zorluyorum manga konusunda.

(Manga okurlarına dertlenmem bittikten sonra konuya dönüyorum)

Dediğim gibi uzun zaman oldu, okuldu, derslerdi, başka şeylerdi derken satın alıp okuduğum Bleach ve FMA dışında çok fazla okumadım. Animeyi bile çok fazla izlediğim söylenemez şu bir kaç yılda. Ama facete takip ettiğim bir kaç manga/anime sayfasında arada bir gif ya da resim görünce gaza gelip açıp okuyorum/izliyorum ki Koe no Katachi'ye de böyle başladım. Gördüğüm bir gif aşırı ilgimi çekti ve ve bu yılın sonunda anime filminin çıkacağını da duyunca hadi bir başlayayım dedim. Zaten 62 bölüm bir şey, oturup 5 günde bitiririm dedim. Ki öyle oldu ama o beş gün boyunca annemle çok güzel diyaloglara da girmedik değil. Yeni bir şey değil tabi ki bilgisayarın başında oturmam ilgili diyaloglar işte *hehe*


Manganın özeti 6. sınıftaki öğrencilerle başlıyor. Ishida Shoya sınıfın haylazlar takımının başında gelmektedir ve bir gün sınıflarına nakil olan Nishiyama Shoko ile farkında olmadan bütün hayatı değişir. Nishiyama Shoko doğuştan sağırdır ve bir anda "normal" çocukların arasına karışmak için elinden geleni yapsa da çevresine verdiği "zarardan" dolayı Ishida Shoya'nın zorbalıklarına maruz kalır. Shoya'nın başlattığı ama bütün sınıfın katıldığı bu zorbalıklar öyle bir hal alır ki Shoko okulunu değiştirir. Ama olaylar zaten burada başlar. Birden bütün sınıf Shoya'ya zorbalık yapmaya başlar. Shoya bunun oluşturduğu travmayı liseye kadar taşır. İnsanların ikiyüzlülüğünden bıktığı için insanlarla ilişkisini koparır. Hayatta tek bir amacı kalmıştı Shoko'yı bulup özür dilemek. Ondan sonra da intihar edecektir.




Manga esasen one shotmış ama o kadar beğenilmiş ki uzun dönem mangasına çevrilmiş. *mangakalar için çok da yabancı bir taktik değil bu durum* Ve bu yıl da anime filmi çıkacak.

Manga slice of life şeklinde tamamen sakin ve genel olarak büyük olaylardan uzak ilerliyor ama bana sorarsanız çok güzel noktalara değinmiş. Günlük hayatta hepimizin karşılaştığı insanların iki yüzlülüğünü ve gizli günahlarını öyle bir yakalamış ki bütün seriyi bana bir solukta okuttu. Ha ara ara sıkıcı ve biraz saçmaladığı noktalar var bence. Ki mangayı ilk okurken biraz şaşırmıştım. Ben daha çok romantik bir manga ve ana karakterlerin hem birbirlerine hem de hayata açılması tarzında bir şey bekliyordum ama manga beni bu konuda biraz şaşırttı. Elbette ki bunlar da var ama aynı zaman da yan karakter diye düşündüğümüz ve o kadar umursamadığımız karakterleri de önümüze çıkarıyor ve bir nevi her karakterin "neden bunu yapıyor ki" sorusunu cevaplıyor. Karakterler garip ama garip derken oldukça ilginç bakış açılarına sahip olduğunu söylüyorum. Mangalarda genelde alıştığımız güçlü veya zayıf ama kendine özel karakterlerden çok biraz silik hatta başka mangalarda figüran olan karakterlerden oluşuyor manga. *en azından Shoya bana ilk yan karakter hissini vermişti* Ama bu mangaya daha güzel bir hava katmış bence. Her zaman ana karakterin ya da güçlü karakterin ne yaptığını umursamıyor ve yan karakterlerin ne yaptığını ortaya koyuyor.

Bir de ana karakterin sağır olması var. Bu tarz engelleri olan arkadaşlar ne düşünüyordur bunlar hakkında bilmiyorum ama benim hoşuma gidiyor. Sebebi de şu ki: Bir parça da olsa engelli birisinin dünyasına bakmamı sağlıyor. Her hangi bir engelim olmadığı için dünyanın bu insanlar için nasıl bir yer olduğunu bilmiyorum ki bu tarz manga/dizi/film/kitapla da anlayacağımı düşünmüyorum ama bir parça da olsa onlardan bir bakış açısı kazandırdığını düşünüyorum.





Beni mangaya başlatan gif filmden yüzü çarpılarla dolu öğrencilerin olduğu karakterdi. Açıkçası kendimi fazlasıyla bağdaştırdığım bir gifti o. Ki bir çok insan için de böyle olduğunu düşünüyorum. Hani öyle anlar gelir de bütün insanları silmek istersiniz ya, hah işte o! Mangada bunun eksi ve artıları çok güzel verilmiş. Sanırım beni en çok bağlayan buydu.

Manganın beni en çok üzen kısmı ahım şahım bir romantizmden çok ufak tefek ve ah çok sevimli diyeceğiniz tarzda bir aşk çizmesi. Yani daha fazlası olabilirdi ve olmalıydı dedirtiyor insana ki film bu konuda ne yapacak merak ediyorum.

*hani adam akıllı bir Shoya ve Shoko moment çok güzel olur*





Bence 7/10'luk bir manga. İçinde öyle ahım şahım şeyler yok dediğim gibi ki biraz sıkıcı bulunabilir ama bence boş zamanınızı değerlendirmek için oldukça sevimli. Üstelik dediğim gibi mangaka romantizmden çok insan ilişkilerine odaklandığı için biraz da insanı kendisine ve çevresine döndüren bir manga.

Ha bu da izlemek isteyenler için fragman.


Lenore is out!

17 Ağustos 2016 Çarşamba

17 Ağustos 1999'u unuttuk.




Her ne kadar sayfalarda paylaşılıp insanlar bugünü unutmadıklarını söylese de unuttuk be. Elbette oturup yas tutalım demiyorum *ki bu da yapılması gerekiyor aslında* 17 Ağustosu unuttuk. Unutmamış olsaydık binalarımız yine böyle olmazdı. Şu anda bile deprem filan olmadığı halde içine girdiğimde yıkılacak diye korktuğum bir sürü bina var. Hah mesela çok değil en fazla 5-6 yıl önce Bursa'da bir bina *hem de ana cadde olmasa da trafiği olan bir caddenin üzerinde olan bir bina* durduk yerde *deprem olmadığı halde* yıkıldı. Bu unutmamak değil, bu bal gibi unutmak.

17 Ağustos gecesi benim için bir oyundu çünkü o zaman daha okula bile başlamamıştım ve deprem olduğunda uyuduğum için uyandıktan sonra niye gecenin bir yarısı dışarı çıktığımızı neden sonraki haftayı kendi yaptığımız yarım yamalak çadırlarda geçirdiğimizi anlamamıştım. Benim için eğlenceli zamandı. Ama geri dönüp bakınca hayal meyal de olsa büyüklerin telaşını hatırlıyorum. Tabi dediğim gibi bunlar sonradan hatırlardan topladığım şeyler. Bir de büyüklerin anılarını anlatışından.

Eğer 17 Ağustos'u unutmamışsak tek bir soru var cevaplamamız gereken: 17 Ağustos bugün olsa ülke ne hale gelir? Yıkım hala o kadar büyük olur mu? Yardım geç mi gider? İnsanlar sesini duyurabilir mi yoksa yine saatlerce, günlerce ve belki öldükten sonra haftalarca göçük altından çıkmayı mı bekler?

Yıllardır şehir efsanesi gibi dolaşan bir de Marmara Depremi var. Açıkçası bilimsel araştırmasını yapmadığım için gerçek mi değil mi bilmiyorum ama hadi diyelim ki gerçek. Şu anda Marmara'da 9 şiddetinde bir deprem olsa ne olur?

Bütün bunlar dilime bile almak istemediğim şeyler ama eğer unutmadığımızı söylemek istiyorsak bütün bunları masaya yatırıp üstünden geçmeliyiz. Her ihtimal tek tek değerlendirilip önlemlerini almalıyız. Kendimi de temize çıkartamam çünkü çocukken aldığım deprem tatbikatları dışında *ki bir çoğunun ne kadar saçma olduğunu herkes hatırlar* tam bir bilgim yok. Ama öğrenmek için de geç değil.

Bir deprem daha kaldırabilir miyiz? Bilmiyorum. Ama zaten şöyle bir bakınca bunu gerçekten düşünen kimse de yok gibi.

Mükemmel dizi/filmin son dokunuşu: Soundtrack



Tamam, öncelikle şunu itiraf edeyim; normalde soundtracklara çok dikkat eden birisi değildim ve kısmen hala değilim. Soundtrackın önemini biliyorum ama izlediğim bir şeyin özellikle soundtracklarını takip etmem. Soundtrackları tekrar tekrar dinlemeyi ilk kez lisede bir arkadaşım sayesinde kazandım. Hala daha bir dizi/filmde de özellikle soundtracklara dikkat etmem ama eskisi gibi de değilim hani. Peki neden bu kadar önemli bu soundtrack?

Yıllar önce başka bir arkadaşımın yazdığı denemede kullandığı bir cümle vardı, muhtemelen farklı yerlerden de karşınıza çıkmış olabilecek olan bir cümle: Herkes hayatını film gibi yaşamak ister, bense filmin soundtrackı olmak isterim. İlk duyduğumda biraz garip geldiğini söylemem gerek. Yani hayat nasıl soundtrack olarak yaşansın ki? (Ama tabi küçüğüz canım o zamanlar, ancak ortaokul) Tabi hayat benim için ondan sonra şekillendi çünkü tam olarak ilk o yıllarda kulaklıkları kulağıma taktım ve sanırım o zamandan beri de çıkardığım söylenemez. Hatta o kadar ki bana sorarsanız müzik dinlemeden yürümek boşa yapılan bir hareket gibi.

Ha kafanın kazan gibi olduğu ve hayatında bazı şeyleri çözmeye karar verdiğin o anlar hariç tabi. Çünkü böyle anlarda müzik içine sığınman için bir kabuk oluşturuyor ve bir bakıyorsun ki elinde yine hiçbir çözüm yok. (running from responsibilities like a boss)

Müziği seven sever, şimdi kimseye bunun muhabbetini yapmayacağım ama sadece müziği sevmeyen insanlara bunu bir bana açıklamasını isteyeceğim. (dalga geçmiyorum ciddi anlamda soruyorum)

Peki konu başlığına dönelim. Neden soundtrack? Aslında bunun da cevabı az buçuk belli. Bir dizi ya da filmi mükemmel yapan şeyler bellidir elbette. İyi bir oyuncu kadrosu, iyi bir kurgu/senaryo ve iyi bir yönetmen. Bunlar zaten ana elementler. Ama bir de yan elementler var mükemmellik dokunuşunu yapan. İşte ne bileyim oyuncunun kıyafeti, mekanların dekoru, makyajlar, arka plandaki figüranların zamanla uyumu gibi durumlar. İlk başta çok önemli gelmese de bunlar olmadan film fazla yavan kalıp en mükemmel oyunculukla bile 10 üzerinden 6'yı ancak koparır.

Soundtrack da bütün bu dokunuşların sonuncusu. Zira her şeyi biten filmin yapılacak son dokunuş sahneleri tamamlayacak müziktir.

Yazıya başlarken çok fazla örnek düşünmemiştim ama aklıma gelen en yakın örnek Penny Dreadful'un üçüncü sezonun son bölümü. Üç sezondur kullanılan jenerik bir anda değişmiş ve huzur verici bir ses biraz korkutucu bir ninni söylemeye başlamıştı. Ama şarkı o kadar mükemmel oturuyordu ki... Hem Vanessa için hem de diğer karakterler için...

Penny Dreadful 3. sezon 10. bölüm açılış
Şarkının tamamı


Ah bir de yazıya başlama sebebim olan esas fikir. Misfits. Geçen gün ilk sezonu bitirdikten sonra ikinci sezona devam ettim ve dizi genel olarak ilk sezondaki müzik kurallarına bağlı. Genel olarak İngiliz şarkıcıları seçse de her çeşit müziği bulabiliyorsunuz. (İngiliz şarkıcılar derken de işin içinde Florence ve The xx gibi sanatçılar var şimdi)

Dizinin açılışı zaten bir efsane bana sorarsanız. (O kadar mükemmel değil ama size bahsetmeye çalıştığım uyum var ya, hah! İşte o!)

Misfits açılışı
Şarkının tamamı

Bir de ilk sezonda beni en çok etkileyen kısmı The xx'in Stars'ının çalındığı kısımdı.  Şarkı sahnenin ona ihtiyacı olan yere oturmuştu.

Ha bir de bu var bak. Ki baya güldürmüştü.

Bir de bir kaç gündür aklımda olsa da izleyemediğim Stranger Things var. Diziyi indirdim ve bugün yarın izlerim ama internette okuduğum yorumlardan dizinin müziklerinin de sağlam olduğuna dair spoiler yedim.

Çok detaylı bir soundtrack olmadı burada ama belki bir daha ki sefere şöyle bir kaç tane soundtrack sıralar öyle giderim. Belki bir daha ki sefere.

Ama şunu da bırakıp gideyim buraya.

Amélie

15 Ağustos 2016 Pazartesi

Misfits "We were so beautiful!"




Öncelikle şunu söylemeliyim ki bu dizinin karakterleri %90 kafadan kontak. Yani eğer yok efendim ben sevmem öyle psikopatları diyorsanız diziden biraz uzak kalın. Ama şunu da söyleyeyim ki diziyi izlemediğinizde dünyayı kaçırmasanız bile bana kalırsa oldukça çok şey kaçırırsınız. *ne dedim ben?* *hehe*

Bir de ekleyeyim daha sadece ilk sezonu yani altı bölümü izledim.

Misfits ilk çıktığı zamanlar rastladığım ve izlesem ya ben bunu diye kenara kaydettiğim ama ilerleyen zamanlarda gerek vakitsizlik gerekse diğer izlenmemiş diziler ve filmler arasında kaybolan bir diziydi. Birkaç gün önce geekyaparda görünce ve konusunu da adam akıllı okuyunca ne duruyorum ben yahu diyip izlemeye başladım. Açıkçası ne kadar suyu çıkarsa çıksın ben süper güç işini seviyorum. Hatta normal insanların aniden süper güçlerinin olması işini seviyorum. Evet bütün üçüncü sınıf kitap/film/dizilerde bu var ama çok vasat olmadıkça açıp izlerim ben. Misfits’de de beni ilk bu çekti. Zira “kahraman” olmayan baş kahramanlarımızda tam olarak bu durum söz konusu.
Misfit İngilizcede uygunsuzluk, uyumlu olmayan kimse ya da uyumsuz gibi anlamlara denk geliyor. Bir nevi toplumdan dışlanmış kişiler ki başroldeki beş kahramanında tek kelimeyle özetleri bu. Farklı suçlardan dolayı toplum hizmeti görevi alan beş genç toplum merkezine geliyor ve olaylar daha ilk gününde başlıyor. Aniden gökten buz kütleleri yağıyor ve ne olduğu anlaşılmaz bir fırtına bu beş gençte garip bir etki bırakıyor. Başrollerimizin garip güçleri ortaya çıkıyor. En başta tabi ki bu durumun farkında değiller ama bölümler ilerledikçe hepsi kendi gücünü keşfediyor.

Konu bana başta biraz vasat gelmişti. Tamam, Misfits fikri ilginç. Yani birkaç genç al hepsinin uyuşturucu/seks/küfür problemleri olsun, ha bir de ellerine süper güç ver oldu bu iş! Özeti bana biraz bunu anımsattı ama dizinin öne çıkan yönü karakterleri zaten. En başında dedim ya karakterler kafadan kontak diye. Beş gencin de kendince problemleri var ki genel olarak baktığınızda bir dizinin ana karakteri olmaktan çok uzak hepsi. Zeki oldukları söylenemez, görsel olarak baktığınızda Vampire Diaries gibi dizilerin yanında öne çıktığı söylenemez *ki hemen hemen aynı dönemler*, kendilerince bir kahramanlıkları olsa da çoğu zaman sizi çileden çıkarıyorlar, bizim alıştığımız bir iyilik anlayışı yok. Yani karman çorman bir şeyler. Ben genelde iyi karakter kötü karakter ayrımını net yapan birisiydim *fazla yüzeysel ama işte çocukluktan kalan bir alışkanlık* ve dizilerin başında kendime bir karakter seçip “biaslanırdım” *böyle bir kelime var mı ki?* Bu yüzden bu diziyi izlemek fazla sinir bozucuydu başta benim için. Nathan kıvırcık saçlarıyla göze ilk çarpan ama kişiliği cidden sinir bozucu. Curtis… fazla hanım evladı ve bir garip. Alisha… tam bir sürtük. Kelly dürüst olmak gerekirse biraz aptal en başlarda. Simon… sizi kendine acındırsa da en psikopatının o olduğunu anlıyorsunuz. *yüzeysel değerlendirmeler yaparım diye uyardım!*

Ama dedim ya dizinin en iyi yanı karakterler diye. Karakterler cidden çok güzel yansıtılmış. Hikayelerini yavaş yavaş keşfediyorsunuz. Verdikleri tepkileri yavaşça değerlendiriyorsunuz. Ki daha ilk sezonda bahsedilmese de güçleri ve karakterler arasındaki ilgiyi düşününce daha da bir etkileniyorsunuz.







Ki işin en ilginç yanı: karakterler basite indirgendiğinde yolunu bulmaya çalışan bir avuç genç. Daha fazlası değil. İlk sezon altı bölümden oluşuyor ve altı bölüm boyunca izlediğiniz şey bu; hatalarıyla ve dibe vurmalarıyla beraber kendince hayatta ilerlemeye çalışan birkaç genç.

Hepsinin kendi hikayesi var ve hepsi de kendilerince doğru olanı yapmaya çalışıyor. Hepsinin savaştığı kendi şeytanları ve hepsi de mümkün olduğunca savaşı kazanmak için çabalıyor. Toplumun değerlerini yargılayıp buna göre kendi değerlerini oluşturuyor ve buna sahip çıkıyor. Klasik bir şey ama belki de yaşarken yapmaya çalıştığımız şey bu olduğu için dizi bu kadar beni sardı.

Kurgu ne sizi içine alıp götürüyor uzak diyarlara ne de sizi sıkıyor. Dedim ya karakterler güçlerini buluyor ha işte siz de bu sırada karakterleri buluyorsunuz. Ayrıca her sezon 6-7 bölümden oluştuğu içinde çerezlik bir dizi. Tek oturuşta bir sezonu rahatlıkla bitirebilirsiniz. Tek bir nokta var ki geekyaparda okuduğum kadarıyla dizinin ilk üç sezonunda olan “orijinal” kadro sonrasında devam etmiyor ve bir çok benzeri örnekte olduğu gibi devamı tutmuyor ve dördüncü beşinci sezonda fanlar tarafından çok tutulmuyor. Ben şimdilik ilk üç sezonu izlemeyi düşünüyorum ve olur da zamanım olursa kalan iki sezonu da bitiririm ama son iki sezon çok da önerilen bir şey değil, haberiniz olsun.

Karakterleri tek tek açıklamak isterdim ama şu anda üşendim. *hehe* Ki ne desem spoiler olur. Gerisi size kalmış yani.

Bir de bundan bahsetmezsem olmaz. Dizinin müzikleri. İlk sezon bu konuda çok başarılıydı. İngiliz dizisi oldğu için daha çok İngiliz sanatçılar var ama birçok dalda olmak üzere anladığım kadarıyla daha çok indie tarzda şarkılar seçmişler ki bölümlerle anahtar kilit gibi uyumluydu çoğu şarkı. Sanırım ilk bölümdeydi Florence the Machine’ın You’ve Got the Love’ı duydum ve gözlerim sonuna kadar açıldı. *belki bana öyle geliyor ama Florence öyle kolay kolay dizilerde duyulmuyor, yani sanırım* Şimdiden ilk sezondaki bütün şarkıları dinleme listeme aldım bile.

İzleyin yani. Özet bu. Azıcık gülersiniz, azıcık sinir olursunuz, yer yer korkarsınız *öyle korkunç bir şey değil de ne olacak şimdi bunlara diye*

Diyaloglar çok eğlenceliydi bu arada. Nathan’ın ortada şebek bir pislik olarak dolaşması ve her muhabbetin içine dalması kimi zaman sinir bozucu olsa da çoğu zaman kahkaha attırıcıydı. Eh, bu karalamayı da Nathan’dan alıntıyla bitirelim. *Spirderman alıntısından değil, direk kendi sözleriyle*

“If you could just see yourselves! It breaks my heart. You're wearing cardigans! We had it all. We fucked up bigger and better than any generation that came before us. We were so beautiful!”

“Bir kendinizi görebilseniz! Kalbimi kırıyor. Hırka giyiyorsunuz! Her şeye sahiptik. Bizden önce gelen her nesilden daha fazla ve daha iyi içine ettik. O kadar güzeldik ki!”





*sözler yarım kaldı biraz ama ilk sezonun sonunda bu sözlerin ne kadar güzel olduğunu kolayca görüyorsunuz*

Son bir uyarı: Dizide bolca argo, vahşet, seks, uyuşturucu görüyorsunuz. Her an sahnede çıplak insanlar yok ama kimilerini rahatsız etmek için yeterince de var.



Dizi bonusu: Birbirinden ilginç İngiliz aksanları. İzleyin, dinleyin, kulağınız açılsın.

Tercihler ve Sonuçlar

İnsanları gözlemlemenin en komik yanı bütün uyarılara rağmen aynı hataları yapmaya devam edip en sonunda daha önce yaşadıkları acıları aynı şekilde yaşamalarını canın sıkılana kadar izleyebilmek.

Kimsenin acı çekmesinden zevk aldığım yok ama birisine ne kadar çok "bak bunun sonunu sen de biliyorsun" dersen o kadar umursamıyor. İnsanlar acı çekmeyi seviyor, yeter ki bir kaç saniyeliğine de olsa bencilce olan tercihlerini yaşayabilsinler. Ki bununla hiçbir alıp veremediğim yok. Yani kabul bu tamamen senin seçimin ve hayatı yaşamana karışamam. Ama sonunda aynı şeyleri yaşayacağını biliyorsan ve acı çekeceğini de biliyorsan neden bu kadar inatçı devam ediyorsun? Gerçekten merak ediyorum bu soruyu. Biliyorum aynı şeyi ben de yapıyorum. Kısa bir an için sonunda acı çekmeye razı oluyorum ama acı çektiğim zaman "sallasana, bunu zaten bekliyordum" diyebiliyorum. *yani sanırım* Bunu bir kaç kere gördüm sanırım. Hem insan ilişkilerinde hem de çevreyle olan ilişkide. Tekrar ve tekrar. Üstelik insanlara bunu söylediğimde çok az bir kısmı ikisinin aynı yere çıktığını kabul ediyor.

Elbette ki dünya üstündeki hiçbir tercih aynı değildir, aynı kişi tarafından yapılsa bile zaman, mekan veya şartlardan birisi farklıdır ama tercihlerin büyük bir çoğunluğu da birbirine benzer yollar izler. Tarih tekerrürden ibaret sözü bunun çok basit bir örneği.

Demem o ki, tercihlerini yaparken sonuçlarını iyi düşünmek lazım. Sonucunu az buçuk kestirebilirsin bir çok şeyin. Eğer yaşayacağın mutluluğun *doruk noktasının* sonrasında çekeceğin acıya değeceğini kabul ediyorsan, durma devam et. Ama bütün bunları bile bile ağlamak, tercihlerinin seni götürdüğü noktayı bildiğin halde ağlamak, zaman kaybından başka bir şey değil.

2 Ağustos 2016 Salı

Biraz komik ama gerçek; 2016'nın ilk bloğu.

Açıkçası çok uzun bir süre bloğum olduğunu bile unuttum. Ha yok kimsem yok benim zaten diye değil. Sadece bloğa zaten kendimle ilgili şeyler yazıyorum ve bu yıl kendime çok fazla zaman ayırmadım.

En azından detayları çok düşünmedim diyelim.

Gerçekten kendinize bir yol çizmek bir nevi kolay aslında: Sınavları geçeceğim, çalışacağım, insanlarla iletişime gireceğim vs vs. Plan yapmak kolaydır. Hatta onların peşinden gitmek bile bir nevi kolaydır.

Ama detaylar?

Detaylara çok dikkat eden birisi değilim. En azından her detaya dikkat eden birisi değilim. Daha çok algıda seçicilik yaptığım bir alan bu. Canımın istediği şeyleri görüp diğerlerini eliyorum.

Mesela, koca bir yıl geçti. Kaç kere ağladım? Cidden bilmiyorum. İşin komiği çok ağlayan birisi değilim hatta nadiren ağlarım. Ama o zaman bunları daha detaylı hatırlamam gerekmez mi? Sebeplerini, zamanını, sonuçlarını?

Kaç kere bir arkadaşıma sarıldım?

Kaç kere aileme onları sevdiğimi söyledim? *ki bu konuda da çok becerikli değilim*

Kaç kere kardeşlerimle beraber dışarı çıkıp eğlendim?

Kaç kere ağlayan arkadaşıma destek oldum?

Hepsini yaptım diyebilirim ama nasıl yaptığımı bilmiyorum. Evet, kendime çizdiğim yolda yürüyorum ama bu yolda sadece yürüyorum. Yaşadığım hayatın detaylarını yeterince seçmiyorum. Yeterince kazımıyorum anılarıma.

Şu anda bunları yazmak bile bir noktada saçma göründü ama zaten yazmamın sebebi basit bir soru sadece.

Yaşıyoruz ama ne kadar anlamlı?