18 Eylül 2015 Cuma

Ulf, Ulf, Ulf, bizim köyü kurtlar bastı..






Not: Başlık için özür dilemek isterdim ama bütün suç hiç bir dilde kurt anlamına gelmeyen "Ulf" sözcüğünü dilime dolayan EXO'da.


Dört yılı aşkın bir süredir 10-12 saatlik yolculuklara fazlasıyla alıştım sayılır -alıştım diyorum, kaldırabiliyorum anlamına gelmiyor bu- ama bunun bir yan etkisi her halde geliştirdiğim fazlasıyla garip "hazırlık alışkanlıkları". Ki bunların en önemlisi ve hatta belki de esas sorumlusu "psikolojik hazırlanma aşaması"

Tamam böyle söyleyince de kulağa fazla garip geliyor ama gerçek bu, hehe.

Bugün sırf bu psikoloji hazırlanma aşaması yüzünden öğleden sonra olacak derslerden kaçtım -ha bir de ders için iki buçuk saat okulda beklemem gerekiyordu ki bu da bir etkendi- Eve geleli üç saat oldu ama henüz hiçbir fiziksel hazırlık yok. Ama psikolojik olarak hazır sayılırım, hehe. Ki zaten fiziksel hazırlık bir aşamadan sonra bir saatten fazla vakit almıyor. Her neyse.

Nereden geldim buraya?

Efenim, bu psikolojik hazırlık aşamasını ben genelde okuyarak/yazarak/dinleyerek/izleyerek geçirdiğim zamanla yapıyorum. Çoğu zaman kitap okusam da bugün bir şeyler izlemek istedim. Sonra? Tabi bilgisayarın başına geçince bir kere de face sayfasını açıp bir göz atmamak olmaz. Normalde Mark'ın son bir kaç yıldır yaptığı bu sayfa akışı arasına reklam olayına sinir oluyorum -aslında kenardakiler daha sinir bozucu ya neyse- ama bugün gözüm bir anime filminin sayfasına takıldı. Bir bakayım dedim zira ismi hoşuma gitti: The Boy and The Beast. Yanlış söylemiş de olabilirim. Neyse sonra ee bunun yönetmeni kimmişe girince karşıma bir film çıktı: Wolf Children. Şimdi şöyle bir gerçek var ki içinde wolf/kurt kelimesinin gördüğüm her şey ilgimi çekiyor. -yemin edebilirim ki bunun EXO ile alakası yok, onlar sadece bu alışkanlığımı takıntıya dönüştürdü- Hemen girdim youtube'a ve bir fragmanı izledim.

Şunu yıllardır kabul ediyorum ki içimde cidden saf bir romantik yatıyor. Yani her ne kadar kendisi mal olsa da romantik şeylere karşı bir çekilimi var bu parçamın. Hele hele içinde imkansız/zor aşk gibi kavramları supernatural yaratıklarla kurguladıysa o şeyi okumam/izlemem bana farz oluyor.

Wolf Children da tam olarak buydu.



Fragmanda da görüleceği gibi hikayeyi aslında küçük bir kız anlatıyor. Küçük kız bize annesinin ve babasının aşkıyla başlayan ve aile sıcaklığıyla biten bir hikaye anlatıyor. Tabi hikayeyi bu kadar ilginç yapan çoğu romantik dramada olduğu gibi üniversitede gördüğü ilk havalı çocuğa aşık olan ana karakterimizin aslında bir kurt adama aşık olması. Yine de karakterimizin kocaman ve sıcacık olan kalbi bu detayları o kadar da önemsemiyor ve filmin başında çok sevimli, sessiz ve küçük görünen ama içinde kalbinizi ısıtan bir sürü detayı ile bir aşk görüyorsunuz. Ana karakterimiz olan -en azından ben böyle düşüneceğim- Hana hamile kalıyor ve ilk önce bir kız bir yıl ardından da bir erkek çocuğu dünyaya getiriyor.



Bundan sonrasını anlatmayacağım çünkü o sahneleri kendiniz izlemelisiniz.

Aslında hikayeyi iyice sadeleştirirsek iki çocuğun büyüme hikayesi. Yani içinde öyle olağanüstü bir şekilde kurtların görmüyoruz ama yönetmen ve hikaye bu durumu sıradan bir ailenin yaşantısına o kadar güzel adapte etmiş ki bir çok yerde detaylar kalbinizi ısıtıyor/kırıyor/parçalıyor/gülümsetiyor. Çocukların kendilerini bulmaları ve Hana'nın da hayatın zorluklarına dayanması... Ah...

Ben duygusal biriyim bana bunu yapmamalıydınız... hehe.

Şaka bir yana detaylar çok güzeldi. İki çocuğun film boyunca kurt mu yoksa insan mı olacaklarını seçmelerini izlemek aslında bana kalırsa hepimzin karşılaştığı bir şey. Hani o hayatı ve insanları farkına vardığımız ilk yıllar var ya? Hah! İşte tam olarak bu. Kendin mi olacaksın yoksa diğerlerinin seni "yalnız" bırakmaması için sadece birisiymiş gibi mi davranacaksın? Ya da kendini kimlere açacaksın ve buna nasıl karar vereceksin? Sorumluluklar gelecek ve onlar karşısında ne yapacaksın? Elbette film bütün soruları ve cevapları bu kadar açık sormamış, ya da bunlar sadece benim hayal gücümle ortaya çıkan sorular. Ama filmi benim için bu kadar mükemmel yapan durum buydu. Hayal dünyasında bile olsa bir zamanlar benim de yaşadığım şeylerin fantastik olarak tekrar sunan o nostaljik his.

Az önce bir de yönetmene baktım. Mamoru Hosoda. Digimon olsun One Piece olsun Japon anime tarihinde adlarını altın harflerle kazıyan bir çok projede imzası var ama benim esas ilgimi çeken şey Summer Wars oldu. Sanırım beş yıl kadar önce izledim ve izlediğim de ağzımı açık bırakıp hayal dünyama bir bomba atmıştı film. Mutlaka izlenmeli izlettirilmeli diyerek o zamandan beri çevremdeki herkese söylerdim ama yönetmenini takip etmek şimdiye kadar aklıma gelmemişti -sorry Hosoda- Ayrıca fragmanını izlediğimde bunu mutlaka izlemeliyim diyip de izleyemediğim The Girl Who Leapt Through Time filminin de yönetmenliğinde olduğunu görünce artık ismini bir kenara kazıdım. Son bir kaç yıldır Miyazaki'nin yönetmenliği bırakması yüzünden yastaydım -ki aslında tam olarak bırakamadı- ama Hosoda beni ilerisi için mutlu etti. 





Yanlış anlaşılmasın hala Miyazaki için çok yol kat etmeli ki yine de onu geçebileceğinden emin değilim. Miyazaki'nin filmlerindeki çizimler ve renk cümbüşü sizi yakalar ama sahip olduğu nostaljik çizgilerde sizi gülümsetirdi. Mamoru'da da sizi içine çeken bir renk cümbüşü olsa da çizimler benim gözüm için biraz fazla... modern? Bunu başka nasıl söylerim bilemiyorum... Yine de Mamoru'nun kurguları kendine has ve oldukça orjinal bir çizgiye sahip. En azından izlediğim iki filmi. Bu yüzden yakında çıkacak son filmini de dört gözle bekliyorum ki o çıkana kadar da muhtemelen The Girl Who Leapt Time filmini izlemeyi tercih ederim.


*saygılar Miyazaki senpai/dede!*


Saat 9'da otobüse yetişmek için koşmam gerek! *muhtemelen arada biraz daha psikolojik hazırlık yapmam gerekecek!*

Lenore is out!


12 Eylül 2015 Cumartesi

Bilim Kurgunun ötesinde İnsanlık






Son zamanlarda bir baktım da baya baya bilim kurgu ile içli dışlı olmaya başladım. Her ne kadar her alandan kendime okuyacak/izleyecek/dinleyecek bir şeyler bulma konusunda iyi olsam da bilim kurguya olan ilgimin çok da fazla olduğunu söyleyemem. Hatta bir ara bilim kurguyu itici bulduğum zamanlar bile olmuştur. Tabi ki hiçbir günahı yok bilim kurgunun ama belki de fiziği suçlayabiliriz bunun için. Fiziğe karşı sahip olduğum itici kuvvet bir ara o kadar güçlenmişti ki bilim kurgudan elimi ayağımı çekmiştim. Bilim kurguya dönüşüm sanırım Ray Bradbury ile başladı. Fahrenheit 451'i nasıl ele geçirip okuduğumu hatırlamasam da hayatıma bir çizik attı ve elbette yazarın hayal gücü ve de fikirleri diğer kitaplarını da merak etmeme sebep oldu. Bir kitap fuarında İthaki'den çevrilen bütün kitaplarını satın aldım ve yıl içinde elime geçtikçe okudum. Yazarın her kitabı kendisine has bir havaya sahip ama hepsinde bilim kurgunun kullanımı öne çıkıyordu.

Ne yapıyordu yazar?



İnsanların hayal ürünü dediği bir kaç şeyi alıyor ve içine insanlığı koyuyordu.

Bilim kurgunun genelinde var bu durum sanırım. (Sanırım diyorum çünkü hala daha bilim kurguyu çok iyi okuduğum, hakkında fazla bilgim varmış gibi konuşabileceğim söylenemez. Genel bir bakış diyebiliriz buna.)

Fantastiğe beni çeken noktalardan bir tanesi buydu. Evet, anlattığı şeyin gerçekle en yakın bir ilişkisi yok ama aslında biraz gözlerinizi kısıp detayları yakalayınca aralara sıkıştırılmış insanlığı görebiliyorsunuz. Bu durum bilim kurguda bir tık üstte. Belki bunun ana sebebi bilim kurgu her ne kadar bir çok açıdan değiştirilmiş de olsa esas konu olarak insana sahip olması.



Bu yazıya nereden başladım? Interstellar.

Film geçen yıl çıktığında yankıları elbet duymuş olsam da sınav haftası mağduru olarak sinemaya gidememiş ki buna baya üzülmüştüm. Ama tabi okul koşuşturması ve de filmlere verdiğim uzun ara hesaba katılınca film uzun zamandır izlenecek klasörümde beklemedeydi. Geçen gün arkadaşımla orada oraya atlayarak konuşurken konu filme geldi. Nasıl izlemezsin diyerek bir şaşkınlık yaşadıktan sonra mutlaka izle dedi. Tamam dedim ve işte, iki oturuşta da olsa filmi bitirdim.

Interstellar filminden beklentim büyüktü. Uyandırdığı yankı olsun Oscar ödüllerindeki başarısı olsun -gerçi sadece efektlerde ödül almış olabilir- beklentimi yukarı çekmişti. Bu pek de iyi bir şey değil çünkü en son aynı şey olduğunda film beklentimi karşılayamamış ve ee? sorusunu ben de bırakmıştı. Interstellar da aynı şey olmadı. -yey!-

Filmin anlatımı beni daha en başta yakaladı çünkü oldukça sevdiğim bir yöntemi seçmişti. İzleyiciye olayı çözmesi için zaman veriyor ve açıklama yapacaksa bile bunu ilerleyen noktalarda sıkmadan yapmayı tercih ediyor. Önce filmin geçtiği dünyayı tanıyorsunuz ama bu süre zarfında olan olayları kaçırmıyor aksine bu kısımlarda duygusal temeli oluşturuyor. Filmde önce bir aileyle başlamış bu anlatım için. Ailenin bağlarını incelerken bir yandan da dünyayı çözüyorsunuz. Hatta bir kaç nokta da acaba fantastiğe mi bağlayacak diyorsunuz ama bu sorular uzun bir süre kenarda kalıyor. -ama beklediğine değiyor- Sade bir anlatımı var ama bir bilim kurgu filmine göre, hele ki uzak olmasa bile yakın gelecekte geçen bir filme göre- basit, gösterişten uzak. Sahnelerin genişliği ve sonsuzluğu da izlerken sizi rahatlatıyor. Olaylar başlayıp uzayın dibine çekildiğinizde bile film sadeliğinden vazgeçmiyor. -bu konuda Gravity filmi ile benzer noktaları var, Gravity'e benzer bir kullanım olsa da özgünlüğünü ortaya koymuş- Üstelik bu anlatım içinde hem astronotların o heyecanını yakalıyorsunuz -basit yerlerde bile ahanda ölecekler gerilimini başta gereksiz görmüştüm ama sonra düşününce adamlar uzayda, her an ölebilirler!- hem de kendinizi filme daha iyi adapte ediyorsunuz.

Peki olay sadece filmin anlatımı mı? Hell NO!

İnsanlık demiştik değil mi? Bana kalırsa filmde çarpıcı nokta insanların önemli noktalarda aldığı kararları bencillikten ve egodan ne kadar sıyırıp sıyrılamadığı konusunda gösterdiği örnekler. Çok fazla anlatmayacağım zira spoilerdan nefret ederim. Ama izlerken dikkat edin/ettiyseniz bazı karakterler aldığı kararların "bütün insanlık" için olduğunu söylese bile izleyici bunun doğru mu olduğunu yoksa karakterin kendi hayatını kurtarmak için ortaya attığı bir bahane mi olduğunu tam olarak söyleyemiyor. En azından söylenmemesi gerektiğini düşünüyorum. Neden? Çünkü ekranda izlediğimiz şeyleri bizde yapıyoruz.

Gördüğümüz her an aslında bizim hayatımızda da var. Tamam belki uzay boşluğunda olunca her şey çok daha süslü görünüyor ama hadi? Biraz düşününce bizde hayatımızda bazı anlarda duygularımızın ötesinde karar vermeye çalışmıyor muyuz? Çoğu zaman başarısız oluyoruz zira yapılan bazı araştırmalar insanların tercih yaparken gelecekten çok geçmişi yani birikimini düşündüğünü kanıtlamış. Ama bir noktada olur da bütün duygularımızdan öte bir karar versek -ki gün içinde bunu bir çok kez verdiğimiz de oluyor, sadece belki bizim fark edebileceğimiz kadar duygusallığa sahip değiller- hayatımızda yeni bir çizik atılmış oluyor.

Bilim kurgunun en güzel noktası bu. İnsanı olabilecek en uç noktaya getiriyor ve insanın özünü saf bir şekilde ortaya koyuyor. Bana sorarsanız gerçek hayatta insanların özünü görmek için bu kadar uç şartlara gerek yok. Ama etrafımız o kadar fazla kargaşa arasına gömülmüş ki biz bu özü göremiyoruz. Çoğu zaman insanlar karşımıza geçip bizim için ne kadar üzüldüklerini ama yardım için ellerinden hiçbir şey gelmediğini anlatır ve biz de ah önemli değil deriz. Ama son zamanlarda bunun o kadar da doğru olmadığını fark ettim. Anlayış önemlidir ama harekete geçirmiyorsa hiçbir anlamı yoktur. Ama elbette bu aynı zamanda bu kadar keskin bir sonuç değildir.

Hocalarımızın sıkça söylediği bir şey var, tıpta 2+2 her zaman 4 etmez derler. Her hasta için her ameliyat için uygulanması gereken ayrı kurallar vardır. Hayatta böyle. Her kişi her yer ve her zaman için uygulanacak ayrı kararlar vardır. İnsan da yaşam da dinamiktir ve sürekli akar. Bu yüzden dün aldığın doğru bir karar bugün uygulanmak için doğru olmayabilir. Yanlış kararlar alabilirsin, böyle bir zamanda pişman olmak bunun için bir sonuç değildir, Keşkeler de yardımcı değildir. Devam etmek zorundasın ve başka bir çıkış noktası bulmak zorundasındır.

İzafiyet teorisi, zaman bükülebilir, genişleyebilir, katlanabilir ama asla geriye akmaz.

Filmin bizi götürdüğü uç noktalarda ben bunu gördüm.

Yine fazla koptum ama bir alışkanlık işte.

İzlemediyseniz mutlaka izlemenizi tavsiye ederim.

10/10

Lenore out.

6 Eylül 2015 Pazar

Yazmak





Bugün bilgisayarımı düzenlemek için başına geçtim. Masaüstümde çok fazla şey tutmayı hiçbir zaman sevmediğim için genelde tek bir klasöre topladığım müzik, dizi, film klasörleri ve çöp kutusu dışında bir şey bulunmuyor aslında. Ama bilgisayarı kullanırken nereye kaydetmem gerektiğini bilmediğim müzik, resim ya da ne bileyim işte o an aceleyle el altına koymam gereken şeyleri de masaüstüne koyunca haliyle ara ara bir çöplüğe dönüyor. Ha bir de yazdığım şeyleri masaüstüne toplamayı da severim. Özellikle de güncel yazdıklarımı, hani words dosyası açık olmasa bile en azından isimlerini görmek bile -hikaye olsun, günlük olsun, fikir birikimi ya da öylesine cümleler olsun- bana açıp karalama isteği getirebiliyor diye.

Yazmaya her halde 11 yaşımda başladım ama 15 yaşıma kadar bu bende şimdiki haline dönmemişti. Hikayeler oluşturmayı seviyordum, kafamdakileri kağıda dökmek ve onların "canlandığını" görmek tarifi edilmez bir haz veriyordu. Bu giriş döneminde bir kaç kısa hikaye, şiir gibi şeyler ortaya çıktı ama esas patlama lisede başladı. O zamanlar tabi bu fanfiction olayına yeni girmiştim, hehe. Ama o dönemde de yazılmış neredeyse 500 sayfalık bir hikayem olduğuna göre baya sevmişim yazmayı. Üstelik o zaman özgün yazmaya baya sarmıştım. Okuduğum her kitap, dinlediğim her müzik, gördüğüm her resim bir fırça darbesi atıyordu zihnime.

Sonra ne olduğundan emin değilim ama bıraktım.

Nasıl bıraktığımı hatırlamıyorum ya da bırakmadan önce en son ne yazdığımı ama bir gün baktım ki hiç kelimelere dokunmuyorum. Gerçi o dönemin benim için tamamen boş olduğunu söyleyemem çünkü şöyle bir düşününce o dönemde kendimi fark etmişim ben. Yazarken bunu keşfetmek ayrı bir güzel oluyor gerçi.

Bir gün kalktığımda yazmak istedim ve iki yıllık sessizlik dönemi sona erdi. Sanırım o zamandan beri ara verdiğim en fazla iki ya da üç aylık boşluk var. Sonrasında ne parmaklarım durdu ne de beynimdeki çarklar.

Yazmak denilince, hele de FF denilince akla belki sağda solda paylaşıp insanlara okutmak geliyor ki denedim de. Ama bir yerlerde koptu benim için. İnsanlar okumayınca moralin bozuluyor, okuyunca baskı hissediyorsun falan filan. Ayrıca bunu düzgün ayarlamayınca esas nokta kopuyor: Yazmanın doğası kendin içindir. İnsanlar okusun diye yazılmaz, beynini boşaltmak istediğin için yazarsın. Dışarıya çıkmak için vücudunun sınırlarını zorlayan kelimeleri serbest bırakman "gerektiği" için yazarsın. Yazarsın çünkü bazen sesin anlatamadığını beyaz bir sayfa üstündeki kelimeler anlatır. Yazarsın çünkü bazen damlalarla atamadığın üzüntünü boşaltırsın. Daha yüzlerce şey söylenir *ki söylenmiştir de* ama kendin için yazarsın, başkası için değil.

Önceden yazmak üstüne bu kadar detaylı düşünmemiştim aslında. Yazıyordum çünkü yazmam gerektiğini hissediyordum. Biraz düşününce yazmak insana detayları fark ettiriyor. Önce okuduğun kitaplardaki detayları yakalıyorsun. Eh ne de olsa sen de yazıyorsun ya yazar burada bize ne anlatmak istemiş sorusu senin gözünde farklı bir boyuta bürünüyor. Okuduğun her kitap sana daha farklı bir şey katıyor ve eh kimse zaten kitap okumanın bir kişinin ruhunda bıraktığı izlerine karşı çıkmaya kalkmaz her halde. Hayatın detaylarına da dikkat ediyorsun çünkü havada uçan ufak bir yaprak bile sana farklı bir dünya sunuyor. Adeta dünyayı başka bir pencereden yeniden görüyorsun. Dışarıda gördüğün her manzara sana ayrı bir kalem veriyor ve fısıldıyor, anlat. Ne gördüysen anlat. Kendine daha farklı bakıyorsun. Yazman gereken kelimelere ihtiyacın oluyor ve beynini her karıştırdığında kendi ruhundan farklı bir parça çıkıyor karşına. Kelimeler gözümün önünde şekillendikten ve cümleye noktasını koyduktan sonra çoğu zaman ben bu cümleyi nerede saklıyordum ki şimdiye kadar bulamadım dediğim olmuştur.




Yazmak gerek çünkü anlatılacak çok şey var. İnsanları boş verin, önce kendinize anlatın. Çünkü bir parça anlayış arayan benliğine ulaşmak için illa başkalarına ihtiyacı yok insanın her zaman. Dışarıda aradığın o anlayışı kendin ver ruhuna. O kadar da zor değil bu.

Yine koptu kelimeler birbirinden ve yine bölük pörçük oldu paragraflar ama bu gece gözlerimi kapattığımda bir sayfayı daha doldurduğumdan yeni sayfayı doldurmak için kullanacak kelimeler arayacağım. Başkasına değil, sadece kendime.

Lenore is out.

*resimler tumblrdan*